13 Ekim 2009 Salı

Gündüz linç gerilimi gece PKK eylemi

Çocuk kaçırma teşebbüsü Viranşehir'i karıştırdı

Şanlıurfa'nın Viranşehir İlçesi’nde, bir kız çocuğunun kaçırılmak istediği iddiası üzerine başlayan gerginlik, gece saatlerinde PKK gösterisine dönüştürülmeye çalışıldı. İki bankaya ait ATM cihazları ile çok sayıda işyerinin zarar gördüğü olaylarda, polise taş ve molotofkokteylle saldıran protestocuların belirlenmesi için güvenlik güçlerinin kaydettiği kamera görüntüleri incelenmeye başladı. Polisin müdahalesi ile gerginliğin sona erdiği ve hayatın normale döndüğü ilçede, olası provokasyonlara karşı geniş güvenlik önlemleri sürdürülüyor. Viranşehir'de dün sabah saatlerinde, bakkala ekmek almaya giden 8 yaşındaki D.K.'ya para vererek kandırıp kaçırmak istedikleri ileri sürülen Bilal Akbulut ve İsmail Kök gözaltına alınarak Yenimahalle Polis Merkezi’ne götürüldü. İki şüphelinin yakalanması ardından, bu kişilerin ‘Organ mafyası üyesi’ olduğu, ‘Kız çocuklarına tecavüz etmek istediği’ ve ‘Kayseri’de kaybolan çocukları kaçıran kişiler’ olduğu söylentileri kısa sürede yayıldı. Tüm ilçede duyulan söylentiler üzerine, saat 10.30 sıralarında toplanan yaklaşık 1000 kişilik öfkeli grup, 2 şüphelinin gözaltında tutulduğu Yenimahalle Polis Merkezi önünde toplandı. Tekbir getirip, ‘Onları istiyoruz’, ‘Cezalarını biz verelim’ sloganları atan kalabalık gözaltında tutulan zanlıları linç etmek için polis merkezini basmaya kalkıştı. Az sayıdaki polisin havaya uyarı ateşi açarak dağıtmaya çalıştığı öfkeli kalabalık, polis merkezinin bahçesinde bulunan şüphelilere ait 63 VE 011 plakalı kamyoneti tahrip etti. Çok sayıda polis ve jandarmanın takviye güç olarak gönderildiği polis merkezi önünde gün boyu süren ve zaman zaman güvenlik güçleri ile öfkeli grup arasında arbede çıkarken 7'si polis çok sayıda kişi hafif yaralandı. Gerginlik, Viranşehir Belediye Başkanı DTP'li Leyla Güven, DTP Viranşehir İlçe Başkanı Adnan Etli ile polis müdürlerinin sağduyu çağrısı ile saat 17.00 sıralarında sona ererken kalabalığın büyük bölümü dağıldı. İlçede linç gerginliğinin yaşanmasına yol açan ve polislerin can güvenliklerini sağlamak için ifadesini bile alamadığı şüpheliler Bilal Akbulut ile İsmail Kök, gizlice polis merkezinin bitişiğinde bulunan Viranşehir Adliyesi'ne götürüldü. Çok sayıda hırsızlık suçundan sabıkalı oldukları ortaya çıkan ve Cumhuriyet Savcısı tarafından ifadeleri alınan Akbulut ve Kök suçlamaları reddetti. Yörede ‘Çerçi’ olarak adlandırıldıklarını, kamyonetleriyle köylere giderek gıda ürünleri sattıklarını söyleyen Akbulut ve Kök, bazı köylerden kendilerine kurutmalık biber ve patlıcan siparişi verildiğini savundu. Akbulut, şöyle dedi: “Biber ve patlıcanı Viranşehir'de bulabileceğimiz düşüncesiyle gece buraya geldik. Geç olunca ilçe dışındaki bir pamuk tarlasında kamyonette uyuyarak sabahladık. Erken saatte sokakta fırından ekmek almaya gidiyorduk. Burada kız çocuğu birden bağırıp kaçtı. Biz de bu durum karşısında şaşırdık ve bizden korktuğunu düşündük. Ekmek alacağımız sırada kızın yakınları gelip bize saldırdı, ardından da polisler teslim aldı. Dışarıda bizi linç etmek isteyen kalabalık olduğunu öğrenince şoke olduk. Bizim ne organ mafyasıyla, ne çocukları kaçırmakla ilgimiz yok. Bizim de çocuğumuz var, her şey tamamen yanlış anlamadan kaynaklanıyor.” Akbulut ve Kök, ifadelerinin alınması ardından sevk edildikleri nöbetçi mahkemece tutuklandı. İki şüphelinin tutuklanmasının ardından polis, şüphelilerin cezaevine gönderileceğini duyan yaklaşık 500 kişilik grup yeniden Adliye binası önünde toplandı. Tekbir getirip, ‘İdam edin’ diye bağıran grupta bulunan yüzlerini maske ve poşu ile gizleyen bazı kişiler, ‘İntikam’ ve ‘Saldırın’ diyerek ellerindeki taşı güvenlik güçleri ve adliye binasına atarak kalabalığı yönlendirdi. Taşlı saldırıya maruz kalan polis, kalabalığı dağıtmak için biber gazı ile karşılık verdi. Ancak, yüzlerini gizleyen ve ‘Saldırın’ diyerek kalabalığa yön veren kişiler, güvenlik güçlerine taşla saldırmaya devam etti. Grubun, Karacadağ Caddesi'nde bulunan işyerlerinin camlarını kırıp, zarar vermeye başlaması üzerine ekipler bu kişilere müdahale etmeye başladı. Polisin gaz bombalı müdahalesine aldırış etmeden, cadde üzerindeki birçok işyerinin camını kırıp, iki bankaya ait ATM'ye zarar veren saldırganlar, daha sonra Dumlupınar İlköğretim Okulu yakınlarında, çöp konteynerleriyle yolu trafiğe kapatıp, tahtalardan oluşturdukları barikatları ateşe verdi. Zaman zaman Abdullah Öcalan ve PKK lehine slogan atan yaklaşık 100 kişi, burada da polise taş ve molotof ile saldırdı. Polisin biber gazı ile karşılık vermesiyle ara sokaklara dağılan grup, caddenin farklı noktalarında yine güvenlik güçlerine saldırmayı sürdürdü. Gece saat 22.30’a kadar süren gerginlik, polisin yoğun gaz kullanmasının ardından kalabalığın ara sokaklara dağılıp evlerine dönmesiyle sona erdi. Gece yeniden başlayan gerginlik üzerine, güvenlik güçleri Viranşehir Adliyesi'nin çevresini yaya ve araç trafiğine kapattı. Daha sonra adliyeye sevk edilen çok sayıda zırhlı araç, 2 şüpheliyi alarak polis araçları ve ambulansların da eşlik ettiği 15 araçlık konvoy ile Şanlıurfa Cezaevi'ne gönderildi. Polis, konvoyun geçişi sırasında yeni olay olmaması için Viranşehir-Şanlıurfa karayolunu da bir süreliğine ulaşıma kapattı. PKK YANDAŞLARI PROVOKE ETMEK İSTEDİ Gün boyu linç geriliminin yaşandığı ilçede, hayatın saat 23.00 sıralarında normale dönmesinin ardından ilçe genelinde, olası yeni gerginliklere karşı polis tarafından sıkı önlem aldı. Gün boyu güvenlik güçlerince çekilen kamera kayıtlarının incelenmeye başlandığını söyleyen Emniyet yetkilileri, özellikle gece 70-80 kişilik PKK’lı grubun, kalabalığı tahrik ederek yönlendirmeye çalıştığını bildirdi. Gündüz saatlerindeki gelişmelerin ‘halkın öfkesi' olarak değerlendirildiği ancak şüphelilerin tutuklanması ardından Adliye önüne gelen PKK’lıların güvenlik güçlerine taş ile saldırıp cadde üzerinde banka ve işyerlerine zarar verdiğini anlatan yetkililer, şu bilgileri verdi: “Bu kişiler daha sonra barikat kurup PKK lehine slogan attı. Çoğu yüzünü gizlemişti ve tek amaçları provokasyondu. Zaten, barikat kurdukları noktada önceden hazırladıkları molotoflar ve taşlar ile polise saldırı düzenlendi. Güvenlik Şube Müdürlüğü polislerince yapılan kamera çekimlerinin kayıtları inceleniyor. Tespitlerin tamamlanması ardından bu kişiler hakkında, ‘Terör örgütü propagandası yapmak, Suç ve suçluyu övmek, 2911 sayılı kanuna muhalefet, Kamu malına zarar vermek ve görevli memura mukavemette bulunmak’ suçlarından Cumhuriyet Savcılığı'na gerekli bilgi, belge ve doküman verilecek.” Viranşehir'de dünkü gerginlik ardından ilçede yaşam bugün normale döndü. Ekiplerin yine de kentte önlem aldığı belirtildi. 3 YIL ÖNCE BENZER OLAYLAR Şanlıurfa’nın Viranşehir İlçesi’nde, 3 yıl önce de benzer gerginlik olmuştu. 14 Ekim 2006 tarihinde 4 yaşındaki V.K. arlı erkek çocuğuna tecavüz etmek istediği iddiasıyla 16 yaşındaki E.M. gözaltına alınarak Yenimahalle Polis Merkezi’ne getirildi. Aynı gün saat 18.00 sıralarında gözaltına alınan E.M.'nin işlemleri yapılırken, oruçlarını açtıktan sonra sokağa çıkan ve olayı duyan yüzlerce kişi, şüpheliyi linç etmek için yine polis merkezi önünde toplandı. Polis merkezini basmaya kalkan ve burada güvenlik güçlerinin havaya ateş açarak ve biber gazıyla müdahale ederek uzaklaştırdığı kalabalık, sahur vaktine kadar bekleyişini sürdürdü. İftar vakti başlayıp, sahura kadar polis ile öfkeli kalabalık arasında arbede yaşanmasına yol açan gerginlik, sabaha karşı şüphelinin gizlice zırhlı bir araç ile Şanlıurfa’ya getirilmesi ile sona ermişti.



12 Ekim 2009 Pazartesi

Mersin'de polise molotoflu saldırı

Mersin'de korsan gösteri yapan terör örgütü yandaşları Çevik Kuvvet polislerine havai fişek ve molotof kokteyli ile saldırdı.

Terör örgütü yandaşları Mersin'de yine korsan gösteri yaparak polise saldırdı. Şevket Sümer Mahallesi'ndeki Siteler Polis Karakolu'nun bulunduğu sokakta toplanan örgüt yandaşları, korsan gösteri yapıp terör örgütü lehine slogan attı. Siteler Polis Merkezi'ne doğru yürümek isteyen örgüt yandaşlarına polis izin vermedi.
Yüzleri bezlerle kapalı, çoğunluğunu çocukların oluşturduğu örgüt yandaşları kendilerine müdahale eden Çevik Kuvvet polislerine havai fişek ve molotof kokteylleri ile saldırdı. Polisler, kafalarının üzerinden geçip bir iş yerine çarparak düşen havai fişeklerden güçlükle kurtuldu. Polis ekipleri ise korsan göstericileri gaz bombası atarak uzaklaştırmaya çalıştı. Polisin mahalledeki geniş çaplı güvenlik önlemi sürüyor.

İstanbul'da teröristbaşı gerginliği

İstanbul Gaziosmanpaşa ve Sultangazi'de terörist başı Öcalan'ın Suriye'den çıkarılışının yıldönümünü bahane eden bir grup, okulun camlarını kırdı, otobüs durağına molotofkokteyli attı. Eylemlerde çocukların çokluğu dikkat çekti


Sultangazi Mahallesi'nde bölücü elebaşısı Abdullah Öcalan'ın Suriye'den kovulmasının yıl dönümünde örgüt yandaşları korsan gösteri yaptı. Polise ve çevredeki okulları taş yağmuruna tutan yüzleri maskeli gösterici, etrafa molotof kokteylleri ile saldırdı. Eylemciler, bir otobüs durağını da taş ve molotof yağmuruna tutarak kullanılamaz hale getirdi.
Teröristbaşının, Türkiye'nin baskıları neticesinde Suriye'den kovulmasının 11. yıldönümünde yaklaşık 500 kişilik grup Karayolları Mahallesi'nde protesto gösterisi düzenledi. Ellerinde bölücübaşının posterini taşıyan ve yasadışı slogan atan, aralarında yüzleri maskeli kişilerin de bulunduğu grup, Yeşilpınar Mahallesi'ne kadar yürüdü. Grup Yeşilpınar Mahallesi'nde yapılan açıklamanın ardından Karayolları Mahallesi'ne doğru yürüyüşe geçti.


Yüzleri maskeli kişilerden bazıları yol kenarında güvenlik önlemi alan Çevik Kuvvet Polisi'ni ve Avrupa Konutları İlköğretim Okulu'nu taşladı. Olay sonrasında okulun bazı camları kırıldı. Yine ön saflarda çocuklar kullanıldı. Hızını alamayan göstericiler, yoldan geçmekte olan bir belediye otobüsünü de taşladı. Belediye otobüsünün bir camı kırıldı.
Karayolları Mahallesi'nde yeniden toplanan grup molotof kokteylleri ile çevreye saldırdı. Olaylardan bir otobüs durağı da nasibini aldı. Otobüs durağı molotof kokteylleri ve taşlarla paramparça oldu. Molotof kokteyllerinin etkisiyle alev alev yanan otobüs durağı, olay yerindeki sivil polisler tarafından yangın söndürücüyle söndürüldü. Grup, olaylardan sonra arka sokaklara kaçarak dağıldı.
GAZİOSMANPAŞA'DA EYLEM
Terörist başı Abdullah Öcalan'ın 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye'den çıkarılmasını protesto eden yaklaşık 100 kişilik grup, Karayolları Mahallesi'nde toplanarak sloganlar attı.
Daha sonra bir okulun camlarını taş atarak kıran göstericiler, bir otobüs durağına da molotofkokteyli attı. Bölgeyi adeta savaş alanına çeviren göstericiler, ellerindeki molotofkokteyllerini rastgele etrafa fırlattı. Polisin müdahale etmediği göstericiler daha sonra dağılırken, bölgedeki sivil polis memurları ateşe verilen otobüs durağını yangın tüpüyle söndürdü.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Türkiye’ye bağlanalım

Türkiye’deki açılım, Kuzey Irak’ta sokaktaki insandan öğrencilere kadar herkesin gündeminde.

Süleymaniye Amerikan Üniversitesi’nde bir grup öğrenci ile Iraklı Kürt gençliğinin geleceğe bakışını tartıştık. İki toplum arasındaki önyargıların silinmesi için Türkiye ile diyalog ve ilişki kurmak isteyen Kürt gençliği, “demokratik açılım”a tam destek veriyor.
İşte mini açık oturumdan satır başları:
Bağımsızlık bir hayal
Tabeen Rauf (22 yaşında, iş yönetimi öğrencisi) 10 yıl önce Türklerin bize bakışı çok tuhaftı. Türkler; Kürtçe konuşan birini gördüklerinde, Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinden birini gördüklerinde adeta sinirleniyordu. Bu hikayeleri biliyorum. Ama bugün bakın TRT Şeş var, devlet televizyonu Kürtçe yayın yapıyor. Nereden nereye gelindi. Türk hükümetinin son girişimi gösteriyor ki Türkiye’nin Kürtlere kültürünü ve dilini unutturma çabaları başarılı olmadı. O nedenle demokratik açılımı çok önemsiyorum. Eğer ortak bir çıkar olursa taraflar sorunlarını çözmek için daha çok uğraşacaktır ve bugün ortak bir çıkarımız var; ekonomi ve ticaret. Her Kürt bağımsızlık hayali kurar ama bunun olmayacağını biliyorum. Olmayacak çünkü Kürt bölgesinin denizlere açılma ihtimali yok, kapalı bir bölge ve tabiî ki komşuların hiçbiri bunu istemez. Benim tercihim aslında Kürt Bölgesi’nin Türkiye’nin bir parçası olması, Irak’ın değil. Çünkü Kürtler Türkiye’de daha güçlü olacaktır, Avrupa’ya yaklaşacaktır. Benim gibi düşünen çok arkadaşım var.
PKK savaşı bize taşımasın
Aram Othman (21 yaşında, bilgi teknolojileri öğrencisi) Türkiye, İran ve Suriye bizim bağımsızlık ihtimalimizden korkuyor. Aslında korkmakta haklılar çünkü ben şahsen bağımsızlıktan yanayım. Bir devletimiz olsun ve yöneticilerin hepsi Kürt olsun. Saddam döneminde Kürtçe eğitime bile izin yoktu. Tüm haklarımı sonuna kadar kullanabileceğim bir ülke istiyorum ama bunun yöntemi savaş olmamalı. Siyaset ve diplomasi ile bunu başarmalıyız. Mesela PKK’nın Türkiye’de şiddet kullanmasına karşıyım, özellikle de o savaşı buraya bizim sınırlarımız içine taşımalarına karşıyım. İki sene önce onlar yüzünden Türk ordusu bizim topraklarımızda sınır ötesi operasyonlar yaptı. Bunu istemiyorum.
Bu açılım yakınlaştırır
Banaz Ömer (19 yaşında, iş yönetimi) Hakların kazanılması için insanları öldürmeye karşıyım. PKK genç Kürtleri aldı ve savaşmaya zorladı. Haklarımızı demokratik yollar ile almaya çalışmalıyız. Türk hükümetinin demokratik açılım çalışması bence çok iyi bir başlangıç. Bence bu Iraklı Kürtlerin Türkiye ile yakınlaşmasını da olumlu yönde etkileyecek.
Oradaki Kürtler iç meseledir
Savbast Majid (23 yaşında, bilgi teknolojileri) Herşey konuşarak ve diplomatik yöntemler ile aşılabilir. Büyük Kürdistan sadece bir hayal. Bizim tek istediğimiz bölgemizin ve ülkemizin barış içinde olması ve ekonomik olarak gelişmesi. Bana göre Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürtlerin durumu o ülkelerin iç meselesidir. Türk hükümetinin Demokratik Açılımı’nı takip ediyorum, çok iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye bunu burada bırakmamalı, mutlaka ileri götürmeli.
Suly’de Saddam sohbeti
Süleymaniye aslında kendi adını alan ve 1968 yılında kurulan üniversitesi ile yıllardır Irak’ın önde gelen şehirleri arasında. Ancak işgalin ardından 2004’de kurulan Amerikan Üniversitesi, şehre Sünni ve Şii bölgelerinden öğrencilerin ilgisini arttırmış. Adından da anlaşılacağı üzere üniversiteye ABD’nin büyük mali desteği var ancak sahibi Amerikan hükümeti değil. Üniversitenin Süleymaniye’de kurulmasının sebebi ise İngilizce konuşan Kürtlerin deyimi ile “Suly”nin hem tüm ülkedeki hem de Kuzey’deki en güvenli şehir olması. Yıllık ücret 10 bin dolar. Gençlerin genelde milliyetçi tarafları güçlü olsa da kendi toplumlarına yönelik eleştirel ve sorgulayan bakış açıları da gelişmeye başlamış. Bunlardan birisi de SIPA ve Reuters gibi uluslararası haber ajanslarının Irak’taki haberler için çalışmayı tercih ettiği serbest fotoğrafçılardan 27 yaşındaki Cemal Penjweny. Penjweny’nin üzerinde çalıştığı son projenin başlığı “Saddam burada”. Genç fotoğrafçının bu proje için çıkış noktası Iraklıların eski liderleri Saddam Hüseyin’le ile ilgili karmaşık duygularına ilişkin gözlemleri olmuş. Penjweny’ye göre Irak halkı bir taraftan Saddam’dan çok korkarken bir taraftan da gücüne hayranlık duyuyordu. Bu gözlemini test etmek için çantasında Saddam Hüseyin’in büyük portre fotoğrafları ile gezen Penjweny’nin Saddam fotoğrafı ile poz verme teklifini bugüne kadar Arap, Kürt ya da Şii hiçbir Iraklı reddetmemiş.
Din ve devlet işleri ayrılsın Bize bir Ata Kürt gerekiyor
Kuzey Irak’taki üniversite çağındaki Kürtlerin Türkiye’ye güncel ilgisi daha çok ekonomik olsa da daha ileri yaştakiler arasında farklı bakış açıları dile getirenler de var. Bağımsız film yönetmenliği yapan Kanakin doğumlu Miran Shawkat’e göre Türkiye’nin kendileri için en bir model olarak asıl önemi laik bir demokrasi olması. Shawkat, “Bizim de burada devlet ve din işlerini tamamen ayıracak birine, bir Ata Kürt’e ihtiyacımız var” diyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde geçirdiği dönüşümü çok önemseyen Shawkat, reformların kendilerini de olumlu etkileyebileceği inancında. Ülkesi için çıkışı Türkiye ile yakın ilişkide gören Shawkat şöyle konuştu: “Ortak bir dil bulmamız lazım. Ekonomi sayesinde milliyetçi söylemler törpülenebilir. Başka bir seçeneğimiz yok. Bunu yapmamız lazım”. Shawkat bazı gençlerin dile getirdiği “Kuzey Irak Türkiye’ye bağlansın” görüşüne de destek verdi. Shawkat, “Bu bir fantezi değil. Aslında Kürtlerin Türkler ile ortak noktaları Bağdat’tan daha çok. Türkiye’deki siyasi ve ekonomik gelişmelere göre bu seçenek gündeme gelebilir” dedi.

DTP kongresi 'PKK sloganlarıyla' başladı

Demokratik Toplum partisi DTP, 3. Olağanüstü Büyük Kongresi'ni yapıyor. Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu'nda gerçekleştirilecek kongreye yüzleri maskeli şekilde katılan partililer Apo posteri açıp PKK lehine sloganlar attı...


Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) 3. Olağanüstü Büyük Kongresi, çalışmalarına başladı.
Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu'ndaki kongrede, Divan Başkanlığına DTP Siirt Milletvekili Osman Özçelik seçildi. İstiklal Marşı'nın okunmadığı kongrede, saygı duruşunda bulunuldu.

''Eşitlik ve Özgürlük için Demokratik Çözüm'' sloganıyla yapılan kongrenin gerçekleştirildiği salonda kürsünün arkasına, parti flaması ve Türk bayrağı asıldı.
Salonda, ''Demokratik Türkiye için Demokratik Özerklik'', ''Yol Haritası İstiyoruz'', ''İçi Boş Açılımlara Son'', ''Çözüm Operasyonlarda Değil, Diyalog ve Barışta'' yazılı pankartlar dikkati çekti.

Kürtçe türkülerin çalındığı salonda bulunanlar, sık sık Türkçe ve Kürtçe sloganlar attı.
Bu arada, yüzleri kapalı bazı kişiler, delegelerin bulunduğu bölümde terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan posterleri ve terör örgütünün renklerinin bulunduğu bez parçaları açtı. Salondakiler bu sırada terör örgütü elebaşı lehine Kürtçe slogan attı.

Aynı kişiler, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk salona girdikten sonra sahneye çıkarak, tekrar poster açtı. Kongre sunucusu, ''sahne sağlam olmadığı için tehlike yaratabileceği'' gerekçesiyle bu kişilerin sahneden inmelerini istedi. Bu kişiler daha sonra kongrenin yapıldığı salondan çıkarıldı.
Kongrede, 993 delege genel başkan ve partinin yetkili organları için oy kullanacak. Mevcut Genel Başkan Ahmet Türk'ün tek genel başkan adayı olması beklenen kongrede, bazı tüzük değişiklikleri de yapılacak.

DTP'nin Temmuz ayında gerçekleştirilen Parti Meclisi toplantısında, ''gelişen siyasal sürecin önemi nedeniyle bu sürece yanıt verebilecek örgütsel bir yapının çıkarılması'' değerlendirmesi yapılarak olağanüstü kongre kararı alınmıştı.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Tezkere, Meclis Başkanlığı'na sunuldu



Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Irak'ın kuzeyinden Türkiye'ye yönelik terör tehdidinin ve saldırılarının bertaraf edilmesi amacıyla Hükümete verilen sürenin, 17 Ekim 2009 tarihinden itibaren 1 yıl daha uzatılmasını öngören Başbakanlık Tezkeresi, TBMM Başkanlığına sunuldu.

Sebahat Tuncel Polis zoruyla getirilecek


Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, DTP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel'in, 30 Aralık'ta yapılacak duruşmaya polis zoruyla getirilmesine karar verildi. Dün de Emine Ayna ve Selahattin Demirtaş için benzer kararlar çıkmıştı.

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, DTP'li Sebahat Tuncel hakkında, ''suçu ve suçluyu övme'' gerekçesiyle yargılandığı davada, ifadesinin alınması için mahkemeye zorla getirilmesine karar verdi.
DTP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel'in de aralarında bulunduğu DTP Kadın Meclisi üyesi 23 kişinin ''suçu ve suçluyu övme'' gerekçesiyle yargılanmalarına devam edildi.
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davanın bugünkü duruşmasına, sanıklar Tarık Yıldırım ile Meryem Demir katıldı.
Mahkeme Başkanı Hasan Şatır, TBMM Başkanlığı'na sanık Sebahat Tuncel ile ilgili yazılan yazının sekreterinin almaktan imtina etmesi nedeni ile tebliğ edilemediğini, buna ilişkin hazırlanan tutanağın mahkemeye gönderildiğini kaydetti.
Cumhuriyet Savcısı Kubilay Taştan, sanık Tuncel'in ifadesinin alınmasını talep etti.
Duruşmaya katılan sanıklar Yıldırım ve Demir ise avukatlarının davadan çekildiğini belirterek, barodan kendilerine avukat tayin edilmesini istedi.
Mahkeme Başkanı Şatır, iddianame içeriği, isnat edilen suçun vasfı, Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin bu yöndeki içtihatları ve yapılan tebliğe rağmen sanığın duruşmaya gelmemesi karşısında, CMK'nın 146. ve 199. maddeleri uyarınca duruşma günü savunmasının alınabilmesi amacıyla sanık Sebahat Tuncel hakkında zorla getirme müzekkeresi düzenlenmesine karar verildiğini açıkladı.
Sanıklar Tarık Yıldırım ve Meryem Demir'e avukat tayin edilmesi hususunda Ankara Barosu Başkanlığı'na müzekkere yazılmasına karar veren mahkeme, duruşmayı 30 Aralık 2009 tarihine erteledi.
Dün de Emine Ayna ve Selahattin Demirtaş için benzer kararlar çıkmıştı.
Sebahat Tuncel, kararın demokrasiyi zora soktuğunu savundu.

17 arkadaşıyla birlikte PKK dan Ayrıldı


Terör örgütünde son zamanlarda yaşanan infazlar, paraları hesaba geçirme, aşk ve cinsel ilişkilere, örgüt içi tasfiyeler sonucu kopmalar da eklendi. Örgütün eski Avrupa sorumlusu ile 17 arkadaşı örgütten ayrılma kararı aldı.

Terör örgütü elebaşlarından Murat Karayılan tarafından Rıza Altun'un yerine Avrupa kadrolarının başına getirilen ''Asya Deniz'' kod adlı Canan Kurtyılmaz'ın, bir süre sonra bu görevden alınarak yerine Sabri Ok'un atanmasının ardından yaşanan tasfiyeler, terör örgütünün Avrupa kadrolarında çatlaklara yol açtı. ''Baskıcı'' bir yapıya sahip olan, örgüt içinde yaşanan ''yoz ilişkileri'' şiddet uygulayarak cezalandıran Canan Kurtyılmaz'ın görevden alınmasının ardından Sabri Ok'un, Kurtyılmaz'ın göreve getirdiği kadroları tasfiye ettiği bildirildi.
Avrupa kadrolarında yaşanan örgüt içi yolsuzluk olayları, aşk ilişkileri ve Kandil'e Avrupa'dan kadro gönderememe olaylarını eleştiren Canan Kurtyılmaz'ın, uzun süredir Sabri Ok'a yönelik sert eleştirilerde bulunduğu kaydedildi.
Canan Kurtyılmaz'ın görevden aldığı kişilere yeniden sorumluluk verilmesi üzerine Canan Kurtyılmaz örgütten ayrılma kararı verdi. Kurtyılmaz'ın 17 arkadaşıyla birlikte örgütten ayrıldığı, şu anda Paris'te gizlendiği ortaya çıktı.
Canan Kurtyılmaz'ın bu çalışmalarından rahatsızlık duyan Sabri Ok'un ise Kurtyılmaz'ın bir an önce Kandil'e dönmesi ve özeleştirisini vermesini istediği, ancak bu talebi kabul etmeyen Kurtyılmaz'ın Kandil'e bir rapor yazarak, ''Kendisini tehdit eden ve üzerine tetikçiler gönderen Sabri Ok'un görevden alınmaması durumunda, örgütün Avrupa yapılanmasını ve illegal faaliyetlerini deşifre edeceğini'' bildirdiği öne sürüldü.
Terör örgütüyle bağlantısını koparan ve şantaj ve tehdit içerikli rapor yazan Canan Kurtyılmaz'ın, Paris'te gizli servislerin yanı sıra PKK'dan ayrılan muhalif kadrolarla görüşmeler yapması, örgütün Avrupa'daki elebaşı Sabri Ok'u telaşa düşürdüğü kaydedildi.
Terör örgütünün Canan Kurtyılmaz'ın bir an önce yakalanarak Kandil'e getirilmesi için çalışmalar yaptığı belirlendi.

17 Eylül 2009 Perşembe

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler (I)

Heyet-i Temsiliye’deki o Kürt!
Yıllardır Atatürk’ü Batıcı bir devlet adamı gibi gösteren sağcı güçlerin yarattığı tahrifat, tam tersi kutupta başka bir tahrifata daha yol açtı. Sağcıların Atatürk’ü Batıcı gibi göstermesi gibi kimi sözde solcu ve Kürtçü akımlar da Atatürk’ü “Kürtçü” göstermeye başladılar.
Bu zevata bakılırsa Atatürk, aslında Kürtlere özerklik verecekti. Perinçek’ten Apo’ya kadar Kürtçü akım bu tez üzerinde durarak, Atatürkçülere ve milliyetçilere, Kürtçülük aşılamaktadır. İşin garibi bu tezlerin hiçbir gerçek yanı yoktur ama tarih bilgisinden yoksun “şu cahil Türklerimiz” Kürtçülerin bu oyununa gelmektedir. Bu yazımızda Kürtçülerin Kurtuluş Savaşımız, Cumhuruyetimiz ve Atatürk üzerinde yarattığı tahrifata karşı gerçekleri ortaya koymaya çalışacağız.
Kürtçülerin en önemli tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdikleridir. Öyle bir tarih uydurulmuştur ki, Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk Kürt ağalarla birlikte vermiştir. Kürtlerin Kurtuluş Savaşımıza katıldıkları ise en büyük uydurmaların başında gelir.
O halde Kurtuluş Savaşımız boyunca Kürtlerin gerçekte ne yaptığını ortaya koyalım.
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcında, Milli Güçleri idare etmek üzere Erzurum’da bir Heyet-i Temsiliye oluşturulur. 24 Ağustos 1919’da oluşturulan Heyet-i Temsiliye Mustafa Kemal Paşa başkanlığında 9 kişiden oluşur. Diğer temsilciler, eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, eski Trabzon milletvekili İzzet Bey, eski Erzurum milletvekili Raif Efendi, eski Trabzon milletvekili Servet Bey, Erzincan’da Nakşi Şeyhi Fevzi Efendi, eski Beyrut valisi Bekir Sami Bey, eski Bitlis milletvekili Sadullah Efendi ve Mutki aşireti lideri Hacı Musa Beydir.
Kurtuluş Savaşımızın bu ilk önder kadrosundan sadece Rauf ve Bekir Sami Beyler Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yola devam etmişlerdir. Yani denildiği gibi Kurtuluş Savaşımız ağaların ve şeyhlerin desteğiyle verilmemiştir.
Ama burada çok daha önemli bir gerçeği de ortaya koymamız gerekmektedir. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey sözde Kurtuluş Savaşımızın ilk önderlerindendir. Belgeleri inceleyenler bunun böyle olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ancak gerçek bambaşkadır.
Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar.
Mustafa Kemal de Nutuk’ta bu konuya şöyle değinir:
“Baylar, tarih, söz götürmez bir biçimde ortaya koymuştur ki, büyük işlerde başarı için yeteneği ve gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir. Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk ve güçsüzlük içinde, bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada ‘yurtseverim’ diyen bin bir çeşit kişinin, binbir türlü davranış ve inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda danışmalarla, birçok saygın ve erkli kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna inanmakla; sağlam, esaslı ve özellikle sert yürünebilir mi? Tarihte buna ulaşmış bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi baylar, ulus, ülke, siyasa ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin Erzincanlıbir Nakşi Şeyhi ve Mutki’li gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi?”
Mustafa Kemal’e idam kararı veren de Kürttü!
Kürtlerin ağaları bunu yaparken milletvekilleri de boş durmaz. Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır.
İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler!
Görüldügü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim.
Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur?
Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!.
Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bay’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır. Kürt İzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir.
İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder.
Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır.
Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar.
Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e kaşıdır.
İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır.
28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır:
“Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.
9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curson’a raporunda ise şunlar yazılıdır:
“Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar”
Yunan ordusundaki Kürtler
Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşün Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçcirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler.
Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar.
Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder:
“… Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”
Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.
Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar:
“İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.”
Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır:
1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması
2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi
3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi
4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi
5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.”
Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”
Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a saldırıyor
Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir.
Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çapışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır.
Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra BMM’deki Kürt milletvekilleri Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın halka zulmettiği, gereksiz yere kan döktüğü gerekçesiyle olağanüstü ve gizli bir oturum talep ederler. Kürtler isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini istemektedir.
Mustafa Kemal daha sonra Nutuk’ta şu şekilde anlatır:
“Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı ama yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyar diye milletvetkillerinin yakınmaları ve İçişleri Bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden çıkarıldı. Meclis Nuettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş, benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Batkanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, sadece Kürt isyanını bastırmakla kalmamış, isyanı bastıran komutanı da sonuna kadar savunmuştur. Mustafa Kemal’in, Meclis’te tek kalması ise son derece öğreticidir. Gerçekten de Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa, Şeriatçılara ve Kürtçülere karşı tek başına kalmaktadır. Ama tek kalmak pahasına kendi komutanını savunmuştur!
Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır.
Genel Kurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:
“Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekat dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”
Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlenodirmektedir:
“Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.”
Kürtlere özerklik Mustafa Kemal’in değil Damat Ferit’in programı
Kürtler’in Kurtuluş Savaşı’na ne şekilde katıldıkları yalanını gördükten sonra şimdi de Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği yalanının nasıl uydurulduğuna geçebiliriz.
12 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti ile İngiltere arasında gizli bir antlaşma imzalanır. Sekiz maddelik anlaşma maddelerinden üçüncüsü şöyledir:
-Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır.
Anlaşmanın altında Damat Ferit’in imzası vardır.
Anlaşma’nın esas önemi Damat Ferit’in Mustafa Kemal hareketine, yani Türk milli hareketine karşı Kürt ayrılıkçılarıyla uzlaşması ve Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmasını saptamasıdır. Yukarıda bu kullanmanın ne şekilde hayata geçirildiğini görmüştük.
İstanbul Hükümeti’nin bu tür bir yola girmesi aslında Damat Ferit Hükümeti’nin sonunu getirir. Kabine değişikliği olur ve Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulur. Bu değişiklik son derece önemlidir çünkü Kürt milliyetçiliğinin ve ayrılıkçılığının önü kesilecektir.
Amasya Görüşmeleri bunun ilk safhasıdır. Kürtlere özerkliğin ilk belgesi imiş gibi sunulan Amasya Görüşmelerinde şu karar alınmıştır:
“Beyannamenin 1. maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın asgari bir istek olmaz üzere elde edilmesinin temininin lüzumumüştereken kabul edildi. Bununla beraber, yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılmakta olan tezvirlerinönüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü.”
Tutanaktan da anlaşılacağı üzere Ankara ile İstanbul’un yeni hükümeti, Kürt ayrılıkçılığına karşı ortak bir karar almışlar ve kurulacak ya da kurtarılacak devletin sınırlarının Kürtlerin oturduğu arazıyi de kapsadığını belirtmişlerdir. Bu tutanaktan çıkacak biricik sonuç, Kürtlerin oturduğu arazide ayrı bir devlet ve özerklik hakkının bu tutanakla reddedildiğidir. Ama ne hikmetse gördüğü her Kürt kelimesini özerkliğe yoran tarih heveslisi bir kısım hukuk asistanı bunu tam tersine yormaktadır.
Amasya görüşmesinin teyidi ise Misak-ı Milli’dir. Misak-ı Milli ise, özerklik değil ulusal bir devlet programıdır. Kuvayı Milliye’nin bu ilk belgesi, aynı zamanda İstanbul Meclisi’nin son kararında özerklik yoktur! Dahası Misak-ı Milli için çalışan bir harekete katılan herkes de ulusal devleti kabul etmiş demektir.
Milli Mücadele’nin Kürtlere özerklik vereceğini söyleyenlerin iddiası aynı zamanda son derece de komiktir. Kürtler bağımsızlık ve özerkliği zaten Sevr ile kazanmışlardı. Sevr’e karşı çıkan bir hareketin Sevr’de dayatılan bir maddeyi savunması olacak şey değildir!
Kaldı ki ne Erzurum, ne Sivas Kongrelerinde de bu yönde alınmış bir karar yoktur. BMM’nin bu yönde aldığı bir karar da yoktur. Özerkliği savunan bir hareketin bunu bir karar olarak duyurması gerekmez miydi? Komik olmayı bırakın: Mustafa Kemal sizin gibi gizli bir Kürtçü değildi! Sizin gibi hem tek bayrak, hem de Kürtler kendi kendini yönetsin diyecek kadar hain değildi…
İngilizlerin Kürtlere özerklik uydurması
Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği uydurmasının kaynağı ise doğrudan İngilizlerdir!
Yukarıda bahsettiğimiz gibi Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra Meclis’te Kürt milletvekilleri isyancılara destek çıkarlar. Uzun süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal’in isyanın bastırılmasını savunan konuşması üzerine tartışma kapanır.
Ancak İngiliz raporlarına göre bu görüşmeler sırasında Kürtlere özerklik verilen bir karar alınır. Maddeler şunlardır:
1-Uygarlığın gereklerine uygun olarak Türk milletinin ilerlemesini sağlamayı hedefleyen BMM, ulusal gelenekleriyle uyum içinde, Kürt milletinin özerk yönetimini kurmayı üzerine alır.
2-Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bu topraklar için Kürt ileri gelenleri tarafından bir genel vali, vali yardımcısı ve bir müfettiş seçilebilir. …
4-Kürt ulusal meclisi doğu vilayetlerinde kurulacak ve 3 yıl için oluşturulacaktır.
5-Özerk yönetim Van, Bitlis, Diyarbakır vilayetleri, Dersim sancağı, bazı nahiye ve kazaları içine alacaktır.
Toplam 9 maddelik kanun tasarısı İngilizlere göre kabul edilmiştir!
Ancak İngiliz raporlarının gösterdiği 10 Şubat 1922 tarihinde anılan gizli oturum yoktur! TBMM Gizli Celse Zabıtları yayınlanmıştır ve orada böyle bir gün yoktur! Olması da son derece saçma olurdu. Çünkü anılan 9 maddenin Sevr’den bir farkı yoktur. Kaldı ki Koçgiri isyanını bastıran bir Meclis’in bu kararları alması da mantıksızdır. Çünkü bu kararları alacak Meclis, mantıken isyancılarla anlaşır ve istenilen bu hakları verirdi.
İngilizler yetmedi bir de Perinçek…
Atatürk’ün Kürtlere özerklik vereceğine ilişkin ikinci bir iddia ise İngilizlerden sonra Perinçek’ten gelmektedir. Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde gazetecilerin sorularını yanıtlar. Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinmeniz iyi olur” sorusuna şu yanıtı verir:
“Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarı için kesinlikle sözkonusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir.
….
“Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çieşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir…”
Perinçek ve Apo, Atatürk’ün bu demecini Atatürk’ün özerkliği savunduğunun kanıtı olarak verirler. Oysa Uğur Mumcu’nun da belirttiği gibi Mustafa Kemal özerklikten değil bir çeşit özerklikten bahsetmektedir. Bu ise, 1921 Anayasasına göre illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olmaları maddesiyle uyum içindedir.
1921 Anayasasının 21. maddesi şöyledir:
“İl yönetimi yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir”
Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesinden değil illerin kendilerini yönetmesinden bahsetmektedir. Zaten Kürtlerin yoğunluğundan bahsetmesi de bu nedenledir.
Aslında Atatürk’ün bu açıklamasının özerklik için değil tam tersine Kürt sorununun kabul edilmemesi için bir dayanak olarak gösterilmesi gerekmektedir. Gerçekten de bu açıklamasında Atatürk, Kürtlüğü reddetmekte, dahası Kürt sorununu kabul etmemektedir!
Dahası açıklamaların devamında Lozan’da tartışılan Musul meselesi ele alınmakta ve şu ifade edilmektedir:
“İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Bune engel olmak için sınır güneyden geçirmek gerekir.”
Yani Atatürk bizim sınırlarımı içindeki Kürtlerin olası bir talebine karşı olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmekte bu nedenle de Musul’u vermemeyi savunmaktadır! Nitekim Lozan’da Türkiye, Kürt meselesinin konuşulmasını dahi kabul etmemiştir! Çünkü Türkiye için artık böyle bir mesele yoktur!
Şeyh Sait isyanı ve Mustafa Kemal tedbiri: Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemesi
İkinci uydurmanın da çürütülmesinden sonru Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet idaresinde Kürt meselesinin nasıl ele alındığına geçebiliriz. Burada karşımıza Musul Sorunu çıkar. İngilizler’le Musul müzakereleri sürmektedir. Türkiye Musul’u geri almak için askeri bir harekatın da hazırlıklarını yapmaktadır. Tam bu ortamda Şeyh Sait isyanı patlak verir.
Kürtler yine İngilizlerin oyuncağı olmuştur. İngiliz desteği ile ayaklanan Şeyh Sait, önemli başarılar kazanır. Başbakan Fethi Okyar’dır. Fethi Bey, isyanı çok önemsemez ve üzerine hemen gitmez. Daha sonra Meclis’te kendini savunacağı üzere “gereksiz kan dökülmesine karşıdır”
Tam bu sırada Mustafa Kemal, Ankara Garı’nda İsmet Paşa’yı beklemektedir. Hükümet değişir, İsmet Paşa kabinesi kurulur. İsmet Paşa hükümeti iki karar alır, biri İstiklal Mahkemelerinin kurulması, ikincisi Takrir-i Sükun kanunu. Bu, devletin isyanın üzerine sertlikle gideceğinin işaretidir.
Takrir-i Sükun görüşmeleri, gizli Kürtçü liboşlarla, Cumhuriyetçilerin hesaplaşmasına dönüşür. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası liderleri, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Rauf Bey, Takrir-i Sükun’a karşı çıkarlar. Onlara göre isyancılarla masum halkı ayırmak gerekmektedir. Takrir-i Sükun özgürlükleri ortadan kaldıracak ve bir dikta idaresi kuracaktır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 15 milletvekili bulunmaktadır. Bunlardan özellikle Dersim milletvekili Feridun Fikri’nin isyancıları korumak için çırpındığı görülür. TCF’nin tüm muhalefetine karşın Takrir-i Sükun Yasası ve İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşu yasası kabul edilir.
Çünkü başta Atatürk olmak üzere, Cumpuriyetçiler, isyancılara özgürlük tanımanın Cumpuriyet’in sonu olacağını görmektedirler. Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de bir bölünme olmuştur. 92 millitvekili isyanın üzerine sertlikle gitmekten yana tavır koyarken 60 milletvekili buna karşı çıkmaktadır. Son noktayı Mustafa Kemal koyar. 2 Mart günü kürsüye çıkar ve kararı açıklar: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlayan tamamlayacaktır.”
Nifak vardır vahdet olsun diyoruz
Böylece Mustafa Kemal’in çözümü uygulanmaya koyulur. Mustafa Kemal muhalifleri ve ürtçüler ise özellikle İstanbul basınında yuvalanmıştır. Milli Savunma Bakanı Recep Peker durumu şu şekilde ifade eder:
“… Türkiye’de devlet nüfuzu adına gösterilen hoşgörünün sonunda devlet işlemez hale gelmiştir. Çok yüksek adlar adına yapılmış yasalar da buna yol açmıştır. Basın, özellikle İstanbul sbasını Türkiye’de devlet gücü diye ne kadar kutsal yer ve makam varsa hepsini ite kaka meşruluk dışı bir çekişme aracı yapmıştır. Bunlar, devlet kuruluşu diye ne varsa hepsine birden yalan ve iftiralarla saldırıp tüm devleti tahrip etmektedirler.
“Her sabah milletin yüzüne fışkıran mikroplu balgamlar masum halka devlet gücünün değerli birşey olmadığını aşılyamaktadır…
“Hükümetimiz pislik yuvalarını temizlemeye yetkisi olmadan bu ülkenin yönetimini ele alamaz. İç tehhlike içinden yanan yangın gibidir. Eğer devlet kuruluşları, meclisler ve hükümetler, bu yangını patlamadan önce bulup gereken yasal önlemleri almazsa yangın büyüdükten sonra önlem almaya da zaman kalmaz.
“Herhangi bir düşünce ile ve herhangi bir amaçla, özgürlüğü yine bizzat özgürlüğe çevrilmiş bir silah gibi kullanmak, gerçeğe ve yurt yararına uygun değildir.”
Sonuçta isyan bastırıldı.
İsyanın elebaşılarındak 46’sı idam edildi.
Mehmet Emin Bey,
Meclis’te Cumhuriyet’in isteğini açıklıyordu:
“Memlekette nifak vardır vahdet olsun diyoruz.
İhanet vardır sadakat olsun diyoruz.
İzmihlal tehlikesi vardır beka olsun diyoruz.
Ölüm vardır hayat olsun diyoruz.”1
(Önümüzdeki sayıda, diğer isyanlar, iskan kanunu ve dersim kanunu ile genel değerlendirme)

Kürt açılımı ve Kürt gerçeği üzerine-1

Ülkede, ayrıntıları henüz bilinemeyen ”Kürt Açılımı’nın gündeme getirildiği bu günlerde, şiddetle ve de şiddetle, varolan demokrasimizi, ileri bir demokrasiye taşıyacak ve güneydoğu’daki feodaliteyi cesaretle çözebilecek güce ihtiyacı var ki, cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi inançla ve inatla yapılması gereken…
Ve de, ortak değerlerimiz üzerine yapılanacak büyük, yasal, partisel, seçimsel, eğitsel, kültürel reformlarla ve de öncelikle mecliste gerçek anlamda, seçilme barajlarını kaldırarak, tüm halk kesimlerini temsil eden bir iradeyle ve geri bıraktırılmış ülkelere özgü lider vesayetinden kurtulmuş, demokratik bir açılımla, başlayan!…
İleri bir anayasa, tüm toplumu dürüstçe kucaklayacak ileri bir hukuk sistemi, doğu ve güneydoğuda ki binlerce yıldır kokuşmuş feodaliteyi ve onun güncel türevlerini tarih sahnesinden süpürmeye yönelik, bir toprak reformu ve ekonomiyi rahatlatacak yeni, çağdaş bir vergilendirme ve dürüst yatırımcıyı rüşvetsiz özendirme ve kredilendirme sistemi ve de, tüm ülke halkını kucaklayacak yukarıda söz ettiğimiz, eğitsel ve kültürel reformlarla devam eden…
Fransız, düşünce, sanat ve siyaset insanı, Edouard Herriot’un hep anımsadığım veciz bir cümlesi vardır: ”Politika kokoreçe benzer. Biraz bok kokmalıdır, ama çok değil!…”
Bu Fransız aydını ve bir zamanların Fransa başbakanı, zamanında Atatürk için de şunları söylemiştir:’
”Atatürk ulusal bağımsızlığın elde edilmesi amacıyla, Anadolu halkını bir araya getiren, tarihte eşi olmayan bir eseri kafasında tasarlayan ve gerçekleştiren, bir devlet kurucusudur!…”
Ne kadar objektif yaklaşım ve de, ne kadar doğru bir teşhis!…
Bir de geçmiş yıllarda, Yeni Demokrasi Hareketi’nde, biz kişisel olarak sözümona, ”yeni ve temiz” bir politika yapmaya çalışırken(!), hep vurguladığımız bir slogan vardı:
”Sistemden beslenenler, sistemi değiştiremezler!…”
Bu söz, bu gün doğu ve güneydoğudaki feodal toprak düzeninin ve onun çağdaş türevlerinin başındaki aşiret reisleri ve aileleri ve Ankara’daki cumhuriyettin yüksek kuruluş hedeflerinden sapmış bürokrasinin bir bölümünün ve gene bir kesimden bağlaşıklarının günlük çıkarları için günümüzde de, maalesef geçerlidir…
Ama güncelde, AKP, kendi burjuvazisi geliştirip, ekonomik ve siyasi gücünü pekiştirme derdinde olduğu için ve zamanımızın CHP’sinin de böylesi işlere tenezzülü söz konusu olmadığı için, MHP’de AKP’ye kaymış ortak tabana da oynadığı için(!), bir kıyamettir gidiyor… Ve Tanzimat’tan bu yana biz bu ve benzeri işleri, iç ve dış taşeronlar marifetiyle hep idare ediyoruz… Doğal ki birkaç istisnai durum dışında!…
Ergenekon’dan sonra , gündeme getirilmeye çalışılan ”Kürt Açılımı”na , PKK’nın İmralı’daki lideri, tüyleri diken diken eden, şaşırtıcı açıklamalar getirirken, biz de dünyamıza, orda olan bitenlere(!) kısa bir bakış atarak başlayalım…
Yeni Dünya Düzeni’nin nihai gayesini açıklamaya çalışan dünya aydınları, bu konuda yüzlerce bilimsel makale ve kitap yazmışlar… Türkiye’de ise iki elin parmakları kadar ya var, ya yok; ya da çok da, biz ulaşamadık!…
Bu dünya aydınları, kendi ahlakları ve yaşadıkları dünyaya karşı sorumluluk bilinciyle, bu düzenin insanlığa getireceği sorunları, konferanslarda ve açık oturumlarda gündeme getirmişler; globalizasyonun insanlığa getireceği tehlikeleri işaret etmişler!…
Bu gün global dünya siyaseti ve ekonomisi, ağırlıklı olarak ; ABD’de konuşlanan bir finans-oligarşi ve onun çeşitli kıta ve ülkelerde yayılmış, bağlaşıkları tarafından yönetiliyor ve denetleniyor… G-7 olarak tanımlanan yedi zengin devletin oluşturduğu topluluk ve onunla bir şekilde hareket etmeye çalışan III.Dünya Ülkeleri üzerine ağırlıklı olarak yapılandırılmaya çalışılan bir sistem…
Ve bu güç, dünyanın tüm enerji kaynaklarına, madenlerine, su kaynaklarına, ormanlarına, tarım alanlarına o emperyal iç güdüyle sahip olma isteğinden bir türlü vazgeçemiyor…
Ve, ”Büyük Birader” yeni ürettiği 4G teknolojisiyle, tüm dünyayı gözetlemeye ve denetlemeye devam ediyor!…
Bu hakiki bir dünya gerçeği… Deryayı tanıyıp, iyi bilen için de, abartılı bir yanı yok…
Bir de bizim bir siyasi gerçeğimiz var ki, her nedense bilinçsizce karşı çıkılan…
Bizim bölgesel siyasetimizi belirlemede dış dinamik her zaman ya belirleyici ya da yol gösterici olmuş!… Bunun istisnaları, cumhuriyet devrimleri, 1930′larda kadınlarımıza verilen siyasi haklar, 1961 Anayasası ki , bunlarda da tabandan gelen bir demokratik yaptırım söz konusu değil; Atatürk’ün ve 1960′larda da Cumhuriyet ordusunun insiyatif koyma güç ve becerileri… Ki , 1960 darbesinde, Alparslan Türkeş’in, 27.mayıs.1960 , Cuma günü sabahı, saat beş sularında , radyodaki ilk açıklaması, ”Nato’ya bağlıyız!…” olmuştu…
Ve bir de kısmen, Kıbrıs harekatları ki , siyaseten hala canımızı yakmaya devam eden!…
Günümüz başbakanının o müthiş Davos’u fethetme, bazı Arap aydınlarının gönlünü kazanma, Rasmussen’i yenme(!), AB’yi eskisi kadar kaale almama ve bu günlerde siyasi muhaliflerine bu dış dinamikle ilgili ağır hakaretlerde bulunma gibi bir dinamiğe sahip olsa da; bizim, Kore Savaşından bu yana bir hakiki gerçeğimiz var ki,
”Biz Nato’ya, her zaman bağlıyız!…”
Biz Nato’ya her zaman bağlıyız da, bir de Nato yapılanmasına karşı, biz Türkiyeliler’in pek fazla bilmediği, Avrasya’da bir denge unsuru olarak 2001 yılında yapılandırılan, Rusya, Çin, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, ve gözlemci üyeler olarak da; İran, Pakistan ve Hindistan ağırlıklı bir Shangai İşbirliği Örgütü var ki, Varşova Paktı’nı çağrıştıran!… Ve o yıllarda Türkiye’de tamamen ABD yanlısı bir partinin iktidara gelme rastlantısı da, mutlaka yazgısal bir rastlantı olsa gerekti!…
Ve kısa bir zaman önce Rusya’nın Kafkaslar’daki adımlarını “Sonuçlarını hesaplayarak attık!” demesi , belki de yeni Soğuk Savaş’ın en önemli işaretiydi…
Diğer yandan ABD önderliğindeki küresel güce karşı, öteden beri strateji oluşturmaya çalışan Şanghai İşbirliği Örgütü’nün bir ara, Rusya tarafından olağanüstü toplantıya çağrılması da, belki de bu durumu destekleyen bir yaklaşımdı…
Bize göre, Türkiye’nin AB ve biraz da Nato’da, kanımızca, her nedense bir ”misafir sanatçı” figürü vardır… Bir de, 2002 yılından bu yana daha da çok törpilenmeye çalışılan, kendine özgü, Küba, Venezüella ve İran gibi, bağımsız, ulusal bir yönü de vardır…
Türkiye, yaklaşık yüz yıl öncesinde, müslüman halkları acımasız kırımlarla Anadolu coğrafyasına sıkıştırılımış bir ülkedir!… Bu yüzden bizim bu günkü topraklarımız bize göre çok çok değerlidir… En son, büyük alçaklık ve haksızlıklarla kaybedilmiş, Trakya, Ege adaları ve Musul bölgesi Atatürk’ün ısrarla emperyalistler ve işbirlikçilerinden geri almayı, ulusal sınırlar içinde kalmasına inanarak, hep istediği topraklardır… Ve cumhuriyet, ilk siyasi fırsatta Hatay’ı geri almıştır… Ve bu yüzden günümüze kadar, ne kadar hoyratça kullansak da, toprak ve meselesi, bu ülkenin hassas karınlarından biridir!…
Türkiye Büyük Millet Meclisi’mizin, 11.haziran.2008 tarihli, 116. Birleşimi’ndeki, ülkede yabancıların toprak mülkiyeti hakları tartışmasında, CHP Zonguldak milletvekili Ali İhsan Köktürk, konuşmasının son bölümünde, toprak konusundaki duyarlılığımıza örnek oluşturacak şekilde, şunları söylüyordu:
”Değerli milletvekilleri, ayrıca ülkemizin yer aldığı hassas coğrafyada geçmişte ve bugünkü süreçte yaşananlar, ülkemizin jeopolitik konumu göz önünde bulundurulduğunda, ülkemizin toprak satışını diğer yabancı ülkelerle paralel olarak ele almak doğru bir anlayışı yansıtamaz. Bir Danimarka’nın, bir Finlandiya’nın tarihsel süreci ve jeopolitik konumu ve ülkemizin tarihsel süreci ve jeopolitik konumu aynı mahiyette değerlendirilemez. Bu cümleleri az önce, benden önce konuşan, Adalet ve Kalkınma Partisinin bir bayan milletvekili de aynı paralel cümlelerle, benzer ifadelerle dile getirmişti.
Emperyalizme karşı büyük mücadelelerle kurulan cumhuriyetimizin sınırlarının belirlendiği Lozan Anlaşması’nın ABD ve pek çok ülke tarafından benimsenmediği, Sevr haritalarının uluslararası toplantılarda masalara sürüldüğü bir siyasal konjonktürde, yabancılara toprak satışındaki sınırlandırmalar, sadece paranoya olarak nitelendirilemez. Her türlü ırkçı anlayışa karşı olmak ve Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, dünyada sulh!” anlayışını ödünsüz benimsemekle birlikte, emperyalizmin sadece adının değiştiği ancak tüm dünyadaki enerji kaynaklarına, su kaynaklarına, tarım alanlarına sahip olma hedefinden vazgeçmediği bir süreçte yabancılara toprak satışı konusunun hassasiyeti kesinlikle göz ardı edilemez.
Değerli milletvekilleri, Fas’tan Çin sınırına kadar yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini söyleyen ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın açıklamaları, Büyük Orta Doğu Projesi, Yeşil Kuşak Projesi, Megalo İdea, arz-ı mevud, ekümeniklik peşindeki patrikhanenin, Fener’i bir Vatikan yapma gibi ülkemizin laik, üniter yapısını, toprak bütünlüğünü tehdit eden projeler, Dicle ve Fırat havzasına yönelik hesaplar göz önünde bulundurulmadan, ülkemizin hassas alanları bu projeler kapsamında masaya yatırılmadan, değerlendirilmeden, Yabancılara Toprak Satışı Yasası’nın çıkarılması en azından ağır bir ihmal, açıkçası gaflet olarak değerlendirilebilir.Değerli milletvekilleri, bu nedenle biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak ulusal değerlerimizi haraç mezat elden çıkarttıracak, yabancılara hiçbir kısıtlama getirmeyecek, karşılıklılık ilkesini devre dışı bırakacak düzenlemelere karşıyız. Geçtiğimiz hafta anmış olduğumuz büyük Şair Nazım Hikmet’in, “Dört nala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim/ Bilekler kan içinde/ Dişler kenetli/ Ayaklar çıplak/ Ve ipek bir halıya benzeyen toprak/ Bu cehennem, bu cennet bizim”… dizelerinde belirttiği gibi, bu ülkenin, bu yurdun Barossoların, Oli Rehnlerin, Lagendijklerin değil, bizim olduğunu bir kez daha hatırlatarak yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum…”
Evet, değerli milletvekilinin dediği gibi, bu yurdun yabancıların değil de, bizim olduğunu, bu topraklar üzerinde özgür bir yurttaş olarak yaşamaya çalışan: benim, senin , hepimizin olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var!…
Kürtçülük hareketinin doğuşu:
Günümüzde, bizim geçmiş zamanlarda yaptığımız işe kalkışıp, subjektif ‘Resmi Kürt Tarihi’ üretmeye çalışan milliyetçi Kürt ideologları, Kürtler’in bu coğrafyanın, yani Mezopotamya’nın asli unsuru olduğunu, diğer halkların, asli unsur olmadığını, ıdeolojik olarak yaymaya çalışırlar…
Ancak Süryaniler’in kırk yıl önce yitirdikleri değerli insan, düşünce adamı ve ruhani liderleri Mardin metropoliti Filiksinos Hanna, bu kanıda değildir!… Ona göre, Mezopotamya’nın kadim halkları, Suryani, Nasturi ve Keldani’lerdir!…
Bilim insanları da, yakın zamana kadar Mezopotamya’da ağırlıklı göçebe olarak aşiret düzeninde yaşamlarını sürdürmüş olan Kürtler’in, İskandinavya ya da Ortaasya, Hindistan ve Kafkaslardan veyahut da, Zağros dağlarından gelebilmiş olup, bu coğrafyaya bir zaman içinde yerleştiklerini ileri sürerler!… Tıpkı, Ermeniler ve Orta Asya ve Hazar bölgesinden gelen Türkler ve güneyden gelen Araplar gibi!…
Amerikalı ve ingiliz misyonerlerin cirit atmaya başladığı zamanlardaki, Balkanlar, Trakya, Anadolu ve Mezopotamya’da, Kürtçülük hareketi de, Osmanlı’da Islahat fermanıyla, toprağın merkezileştirilmesiyle başlar!… Daha doğrusu başlatılır!… Yani süreç, Doğu Anadolu ve Mezopotamya’nın bir kısmında yaşamlarını sürdüren, emirliklerin; onları yöneten başlarına buyruk Kürt ya da Arap kökenli(!), Kürt beylerinin toprak sistemlerinin bozulmasıyla başlar!… Bu yüzden evveliyatı, Türk milliyetçilik hareketinden biraz daha eskidir!…
Örneğin ilk Kürt milliyetçilerinden, Mithat Bedirhan ilk siyasi Kürt gazetesini 1898 nisanında İngilizlerin denetimindeki Kahire’de çıkartır’… Yirminci sayıdan sonra da, İsviçre ve İngiltere’de… Gazete onun ölümünden sonra, Abdullah Bedirhan’ın denetiminde yaşamını sürdürür…
Bu Kürt milliyetçiliğine soyunan sürgündeki Bedirhanlar, bölgenin soylu ailelerindendir… Ataları Cizre-Botan emirliği olmadan önce de, sonra da, yukarı Mezopotamya’da yüzlerce yıl egemenliklerini sürdürmüşlerdir… Osmanlının batılılaşma sürecinde tarih sahnesine çıkan, birinci kuşak Kürt aydınlarından sayılan Mir Bedirhan Bey (1802-1870) Güdi’lerden o günlere gelen yaklaşık altıbin yıllık bir uygarlığın yaşandığı bereketli topraklara en son hükmeden, bir feodal beydir… Ve o topraklar altıbin yıldır büyük Mezopotamya uygarlıklarının yaşandığı yerlerdir… Cizre’nin, efsanevi Babil’e yirmi kilometre bir mesafede olduğu söylencelenir!… İslama geçene kadar bu bölgede büyük hristiyan toplulukları da bir dönem ön planda yaşamışlardır… Ve günümüzde yaşamlarını, bir kısmı hristiyan ve bir kısmı da müslüman olarak da devam ettirmektedirler!…
Osmanlıya bağlı olarak devam eden Cizre- Botan beyliğinin başkaldırısı, kötü niyetli, kışkırtıcı Musul valisini kurnaz, hile dolu politikalarından öteye, Osmanlı’da batının zoruyla değiştirilen, toprak sistemine bir başkaldırıdır!…Bu başkaldırı süreci, 1847 yılında, diğer yazlılarımızda belirttiğimiz gibi, Eruh kalesinde Mir Bedirhan Bey, Bedirhan ailesi ve askerlerinin teslim olmasıyla Osmanlı lehine çözülmüş; Mir Bedirhan Bey, eşleri ve çocukları ( dört eş ve bunlardan 21 oğlan, 21 kıztoplam 42 çocuğu vardır…), Samsun üzerinden İstanbul’a gönderilmiş, bir zaman içinde de İstanbul’dan Girit adasına sürülmüşlerdir… Halifeye bağlılığı, birçok siyasi ve askeri sorunu bu süreç içinde Osmanlılar lehine çözmesi sonunda, ”Paşa”ünvanı ve maddi ödülle taltif edilmiş, önce istanbul’a dönmüş , ancak Cizre’ye dönmesine hiçbir zaman izin verilmemiş ve en son Şam’a gitmesine izin verilmiş ve orada da vefat etmiştir

Kürtler Mezopotamya’da yayılırken-3

Mustafa Kemal Paşa, Padişah VI.Mehmed Vahdettin’in görevlendirmesiyle, 3.Ordu Müfettişi ve ” Fahr-i yaver-i hazret-i şehriyari” ünvanıyla Samsun’a doğru yol alırken, Britanya Dışişleri de, Kürtlerin siyasal yapılanma yolunda nabzını yoklamak, İzmir’e çıkan Yunan ordusuna karşı da yerel tepkilerini ölçmek için, meşhur Binbaşı E.W.C.Nobel’i, katırlara yüklenmiş altınla(!), Anadolu ve Musul bölgesine araştırma için gönderiyordu… Bu araştırmanın yanında, güçlü bir aşiret reisini altınla kandırıp, Mustafa Kemal Paşa’yı saf dışı bırakmakta vardı!…
Ve Nutuk’ta Atatürk’ün söz ettiği, yaşamı boyu meclisde topraklarını temsil eden ve milislerine önderlik yapan, Gazi Hacı Bedirhan’da , kendini İngilizler’e satmayacak kadar şuurlu, onurlu ve gururluydu!…
Britanya bazı Kürt aşiretlerinin son elli yılda Ermeni ve Nasturiler’le sorunları olduğunun ayrımındaydı… Bölgedeki Kürt aşiretlerini, kentlerdeki Kürt aydınlarını ziyaret edip ve yol boyunce temaslarını ilişkilendirerekten 1919 Haziranında Diyarbakır’a ulaşan Binbaşı Nobel, raporlarında, Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Kürt aşiretlerini sözümona bir araya getirip, ”Özerk Kürt Yönetimi” kurma düşüncesini dile getiriyordu!…
Britanya hükümetinin atadığı Irak Valisi Sir Arnold Wilson ise, Kürdistan teriminin coğrafi anlamının belirsiz olduğunu, birbirleriyle bağlantısı olan Kürt aşiretlerinin Mezopotamya ile Anadolu’yu ayıran dağlarda ve onla bağlantılı vadilerde yaşadığını, bunlar dışındaki aşiretlerde de ulusal anlamda bir birlik ve bağlılık duygusunun olmadığını belirtiyordu!…
Ulusal bir başkaldırı özelliğini de taşıyan, büyük Şeyh Said İsyanı’na kadar Osmanlı coğrafyasında çeşitli sosyo- ekonomik nedenlerden, bir çok bölgesel isyan gerçekleşti…
Osmanlının ”Batılılaşma Hareketleri”ne paralel olarak, yakın tarihtelerdeki ki bölgesel isyanlar, Cizre-Botan Emiri’nin isyanıyla başlar… Hiçbir etnik ve ulusal özellik taşımayan bu isyan, Osmanlı’ya karşı, merkezin bu denli siyasi ve ekonomik esnekliğine rağmen siyasi güç ve nüfuz genişletme hırsına bağlanan bir başkaldırıdır ve dinen Tanzimat’a karşı çıkan yerel bazı bölge şeyhlerini etrafında toplamıştır…
Ve gene ilginç olan bir şey, devletin Hristiyan tebası Nasturiler’e saldırıyla başlayan ve aşiretleri bünyesinde toplayan bu hareket uzun bir mücadele sonucu bastırıldıktan sonra hareketinin lideri Emir Bedirhan Bey’in İstanbul ve Girit’de geçen sürgün yıllarının ardından, Girit’deyken, yabancılarla ilişkili hariciyeyi ilgilendiren bazı müsbet siyasi işler sonucunda ”Paşa” ünvanıyla birlikte af edilmesidir!…
Emir Bedirhan Bey’in , Telli Bey’den sonraki ”büyük prensi” İstanbul’da , Sultan II.Abdülhamid zamanında, Ali Şamil Paşa ünvanıyla Üsküdar bölgesinde sorumluk almıştır!…Kardeşiyle olan husumetten dolayı, bu mağrur paşa, garezle İstanbul şehremini Rıdvan Paşa ve oğlunu adamlarına öldürtünce, Sultan Abdülhamid tüm aileyi sürgüne gönderir… ( Bedirhan prensi, Ali Şamil Paşa, Halide Edip’in annesi Bedrifem hanımın ilk eşidir ve Mekke Şerifine(!), bu sürgünde yaverliğe başlayınca orda bu kez bir ”Çerkez” kızıyla evlenir!…)
Emir Bedirhan Bey’in oğullarından Emin Ali Bey, sürgün sonrasında ailede en aktif ”Kürtçü” olarak siyasal yaşamını sürdürmüş, yanısıra I.Büyük savaş sonrasında, İngilizlerle anlaşıp, ‘Cizre Beyliği”ni yeniden kurmaya çalışmıştır!… Bu aile, sonradan, cumhuriyet kültürüyle kaynaşsa da, bu ailenin ”Kürtçülük” hareketinde, çok öznel varlığı, kendini bu günlere kadar taşımıştır…
Nakşibendi tarikatına bağlı Şeyh Ubeydullah’ın 1880 yılında çıkardığı isyan da, bu kez bu eyalette uygulanan tımar sistemine ve koyulan vergilere karşı çıkmak şeklinde kendini gösteriyordu!… Ve ilginçtir bu başkaldırı hem Osmanlı’ya hem de İran’a karşıydı… İran’da o günlerde Britanyanın denetlemeye çalıştığı Kacar Hanedanlığının başında olduğu zayıf bir Türk(!) devlet yönetimi vardı… Cizre-Botan Emirliğinin tasfiyesi ve 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı’nın getirdiği denge boşluğundan yararlanan Şemdinanlar bölgede genişleyen siyasi bir güç olmuşlardı…
Şemdinanlar peygamber soyundan (!) geldiklerini iddia eden bir Kürt (!) aşiretiydi… Ve bölgede açılan İngiliz konsolosluklarıyla da(!) temas halindelerdi…
Şeyh Said İsyanı’na giden süreç tamamen ”Azadi” örgütünün denetiminde ilerlemeye çalışıyordu.. Örgütün asker-sivil, bürokrasiye yakın ve imparatorluk şehirlerinde yetişmiş ve yaşamış elit kadroları, Batı’dan gelen milliyetçi düşüncelerin etkisinde, ”Kürtlük Bilinci” ni siyasal ortamın da etkisiyle yeşertmeye çalışıyorlardı…
Azadi, gizlilik koşullarında kendini yapılandırmaya çalışan, askeri ve siyasi özellikler gösteren, bir tür siyasi cephe olmaya çalışıyordu… Zaten Kürt aydınlarının başlangıçda İttihak ve Terakki yapılanması içersinde olması da, buna bir karine teşkil edebilirdi…
Sevr süreci de, doğal ve haklı olarak bu kadrolarin da ulusal pay taleplerinin yükselmesine neden olmuş olabilir…
Ancak ayni zamanda Ermenilerin Kafkas ve Türk kökenli Doğu Anadolu Müslümanlarının yanısıra yüzbinlerce Müslüman Kürdü de Büyük Savaş sürecinde katletmiş olmaları ve Ermenilerin boşalttığı topraklarda da Kürt aşiretlerinin yerleşmiş olmaları, bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade, biraz da Abdülhamid’in ”Pan İslamizminin” etkisiyle, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine, İslam Birliği altında devam etme tercihini göstermelerine neden olmuş olabilir!…
Aktedilen, Amasya Tamimi’yle ağırlıklı olarak Mustafa Kemal Paşa eksenli harekete destek olmalarını getirmiş olabilir… O dönemde zaten birçok Kürt kökenli aşiret, hiçbir zaman, bu günde olduğu gibi, Anadolu birliğinden vazgeçmediler!…
Asker kökenli Halit Cibran, İhsan Nuri, İsmail Hakki, Hasenan’li Halit Bey, Mutkili Haci Musa Bey, Bitlis Millet Vekili Yusuf Ziya , Doktor Fuat, Gazeteci Fevzi Beyler gibi, başkaldırı sürecini ağırliklı yöneten kişiliklerin milliyetçi olmaları ve yabanci ülkelerle temaslarini sürdürmelerine rağmen , Azadi örgütünün aşiret liderleri, Şeyh ve Seyyidleri, İslamı öne çıkaran dinci söylemden vazgeçmeyen kadrolardı…
Yani örgütün içinde seküler davrananlar olduğu gibi, mütaassıp dinci kadrolar da ağırlıktaydı… Ve örgütün propagandasında da, dinci, söylem doğal olarak ön plandaydı… Bu kadrolar siyaseten Kürtlüklerini duymaya başlamış olsalar da, bölgenin ekonomi-politiği Kürt milliyetçiliğin varolmasını ortaya çıkaracak dinamiklere sahip değildi…
Ancak bu realite, Kürt aydınlarının siyasi bağımsızlığı aramalarına hiçbir zaman engel olmadı… Fakat farklı yapısal özellikler gösteren, bu aşiret kurumlarıyla, marjinal elitlerin ulusal bir merkez oluşturması da, günün koşullarında mümkün müydü?…
Musul Sorunu Lozan sonrası Milletler Cemiyetine sözümona çözüm için intikal ederken, Ankara’da daha önce “Gavurun elinde esir olan halifenin kurtarilmasi” için başlamış politikalara, Ermeni ve Yunana karşı birlik-beraberlik olmak yönünde politikalar üretmeye çalışıyor, bu arada Azadi kadroları da, Fransa, İngiltere, Bolşevikler , Amerika; artık ne varsa, hepsinden, bağımsız bir siyasi yapılanma için, destek aramaya çabaliyorlardi…
Ve İstanbul ve de yurt dışındaki büyük Kürt aydınları da , bu hareketi her yönden destekliyorlardı…
Söylenceler, Şeyh Said’in, Sultan II.Abdülhamid’in Lübnan’da yaşayan oğlu Selim efendi’yi Anadolu’ya getirip onun hilafetinde bir din devleti kurmayı düşündüğünü anlatır!…
O dönemin Amerikan başkanının adıyla anılan Wilson Prensipleri, Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakki” çalışmasına, Bati’dan siyasi bir seçenek ve bir denge unsuru olarak ortaya atılmıştı!… Ve ”Yeni Dünya Düzeni”nin ” Milliyet” esasına göre kurulmasını öneriyordu… Ve 14 maddelik bu şahane(!) prensiplerin 12.’si, eski Osmanlı mülkündeki(!) , Türklerin Osmanlı olarak devam etmesinden, diğer halkların da otonom durumda kalmasından yanaydı!…
Kürt Teali Cemiyetinin kuruluşu, bu prensiplerin açıklanmasinin hemen ardından gerçekleşmişti!…
Azadi örgütünün etkinliklerini takibe alan Ankara, örgütü tasfiye etmek için fırsat kolluyordu!… Örgütün İstanbuldaki elit bağlantılarından Kürt Teali Cemiyetinin reisi Seyyid Abdulkadir Bey, Ingiliz görünümünde bir sivil istihbaratçıyla belli mesafede(!) bir ilişki bile sürdürüyordu!…
Azadi örgütünün 1924 yilinda toplanan kongresinde iki önemli karar alınır:
Birinci olarak bölge genelinde uzun vadede ”Bağımsız Kürdistan’ı kurmak amacıyla, bir ayaklanma planlanıp, örgütlenecektir!… İkinci olarak bu hareketin başarıya ulaşması için, dış devletlerden bu konuda destek aranacaktır…
Ancak Bolşeviklerden destek alamayan hareket, Nasturi ayaklanmasını da vesile sayarak, İngilizler’e sınırda yakın olacak küçük çaplı ayaklanmalarla, bir ayaklanma zinciri kurmayı umuyordu!… Beytüşşebap’daki küçük çaplı bir ayaklanma belki de bu yüzden başlatılmıştı…
Musul Sorunu görüşülürken, Hakkari’de İngilizlerin kışkırtmasıyla Nasturilerin başlattığı ayaklanmaya karşı Ankara Hükümeti, geniş çaplı bir harekata hazırlanırken, bölgeye sevk edilen 2.Tümen’e bağlı 18.Alayda Azadi Örgütünün Siirt bölge reisi Yüzbaşı İsmail Hakkı ve üç subay arkadaşı vardır. Bu subaylardan teğmen Ali Rıza hem örgüt üyesi hem de Yusuf Ziya Bey’in kardeşidir!… Yusuf Ziya Bey’den gelen telgrafın bazı kaynaklara göre yanlış deşifre edilmesinden isyan başlatılır!…
Kimi kaynaklarda bu hatalı eylemin, Yusuf Ziya Bey’in coşkulu ve hayalci kişiliğine bağlarlar…Kimisi de Bitlis Şubenin merkezden habersiz , bir kararla bu süreci başlattığına… Sonuçta bu subaylar ve 350 asker , 380 tüfek tüfek, erzak ve mühimmatlarıyla birlikte firar ederler!… Amaç bölgedeki bazı aşiretleri de birliğe katıp , bağımsız bir bölge elde etmektir… Ancak bu başarılamaz ve askeri soruşturma, bu firar olayının derinliği olan , planlı bir isyanın parçası olduğu sonucuna varır!…Telgrafı çeken Yusuf Ziya bey, kardeşi ve yakınları tutuklanır…Yüzbaşı Nuri ve bazı subay arkadaşları sınırı geçip İngiliiz makamlarına sığınır…
Ardından Halit Cibran bey, Erzurum’dan Sarıkamış’ta bir yolsuzlukluğu incelemek için alınıp, Bitlis’e sevk edilip tutuklanır…
Tutuklanan Halit Cibran’ın, Seyh Said’e haber gönderip, komutayı ele almasını söylediği, ancak isyan için acele etmemesini de tembih ettiği söylenir…
Askeri modernist(!) kanadı tutuklanan hareketin bundan sonra, dinci kanadın; şeyhlerin eline geçtiğini, çağdaş Kürt kaynakları bu şekilde açıklarlar… Fakat bu konu her zaman tartışmaya açık olmalıdır!…
Mustafa Kemal’in Kürt Aşiret lider ve temsilcileriyle bu harekat başlamadan Erzurum’da yaptıkları toplantı sonunda Ankara’ya döndükten sonra, Halit Bey’e, bu eylemden vazgeçmesi , istediği şahsi bir rutbe ve makam varsa (ki Halit Bey’in rutbesi durdurulmuştu…) bunun kendisine verilebileceğini yoksa bu işin sonunun kötü olacağına dair mesajını gönderdiği elçi; Muş milletvekili İlyas Sami’ye verdiği cevap onun gurur ve mağruriyetinin yanısıra, ideolojik düşüncesinin kapılarını da aralayan bir cevaptır… Halit Cibran, din insanı olan İlyas Sami’ye şöyle seslenir:
” Sen Hoca İlyas değilsin!… Hoca İlyas, Kürttü ve dinine bağlıydı(!), eğer benim boynum için bir ip hazırladıysanız; Halit’in boynu buna hazırdır!…”
Bu önemli tutuklamaların ardından, Bitlis’de Harp Divanının, önde gelen Şeyh ve reisleri sorgulamaya çağırmasının bir panik ve telaş havası yarattığı söylenir… Bitlis’e çağırılanlar arasında, Şeyh Said, Hasenanlı Halit Bey, Hacı Musa Bey’de vardır… Şeyh Said rahatsızlığını ileri sürerek, ifadesini yazılı olarak gönderir…
Bundan sonra bölgedeki aşiret reisleriyle hızlı şekilde toplantılar yapmaya, hareketi yönlendirmeye başlar… Mevsimin uygun olduğu bir zamanda Kuzeyden bir hareket başlatılacaktır… Ancak bir askeri zorunluluktan, birazda Şeyh Abdürrahim’in telaşından, Diyarbakır Azadi şubesinin engelleme çabalarına rağmen, Piran’da 13.Şubat.1925 yılında hareket başlar ve hızla bölgeye yayılır.
Elazığ dahil, bölge il ve ilçeleri ele geçirilir, yağmalar yapılır, bazı askeri birlikler ele geçirilir… Ancak Diyarbakır kuşatmasından tam bir sonuç alınamaz; bir yönden kente giren isyancılar hükümet askerlerince şehirden çıkartılır ve ardından hareketin yenilme süreci başlar… İran’a geçmek isteyen Şeyh Said bunu başaramaz ve dönüş yolunda, Cibran’lı Binbaşı Kasım’ın ihbarıyla tutuklanır…
Diyarbakır, İstanbul ve Ankara’da da Seyyit Abdülkadir Bey, Said-i Kürdi (Nursi) başta olmak üzere, birçok Kürt aydınını tutuklanır… (Said-i Nursi sonra Burdur’a sürgüne gönderilir…) Başlangıç ve bitişi farklılıklar gösterdiği söylenen, bu dinci yönü ağır basan Kürt Ulusal direnişi de, yeşermeden, o dönem için son bulur…
Hailt Cibran, Yusuf Ziya Bey, Teğmen Ali Rıza, Damat Faik Bey ve Mele Abdurrahman, 14.Nisan.1925′de Bitlis çarşısında idam edilirler.
Şeyh Said İsyanına katılmayan ancak dolaylı destek veren, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin kurucusu ve sonra Kürt Teali Cemiyeti’nin reisi olan, eski Ittihatci(!), Abdulkadir Bey ve beş arkadaşı da, 27.Mayıs.1925′de idam edilir…
“Şeyh Said ve kırkaltı arkadaşı 1925 Haziran’ında Diyarbakır Dağkapı meydanında idam edilirler…
”Şark İstiklal Mahkemesi” bu olayın ardından diğer isyanlardan da , toplam ikiyüz yedi kişiyi idam eder!… İkiyüz onüç kişi de gıyabında idama mahkum olur…
Prof.Ergun Aybars, İstiklal Mahkemesi başkanı Mazhar Müfit’in karardan son söz olarak şunları söylediğini yazar:
”…Bağımsız Kürdistan gayesine yürüdünüz. Cumhuriyet ordusu bunu mahv ve perişan etti. Herkes bilmelidir ki genç cumhuriyet hükümeti fesat ve irticaya izin vermeyecektir. İşte cumhuriyetin kahredici fakat adil kanunlarının hükmü budur. Mahkumları götürünüz.

Kürtler Mezopotamya’da yayılırken-2


İngiltere her nedense Sevr Antlaşmasının içine yerleştirdiği, 62. ve 64. maddeyle, Kürt milli haklarının tanınması şartını da koymuştu!… Halbuki Kürtler Müslümandı, ümmettendi!… Osmanlı tebaasıydı!… Bu nasıl bir kurnazlıktı?…
Büyük İslam savaşçısı Selahaddin Eyyubi bir Kürt Beyi ve hükümdarı idi!… Haçlıların iflahını kesmiş, bölgedeki Haçlı Devleti’ni bitirmişti!… Ve onların torunları, batılı emperyalistler bunu hiçbir zaman unutmamıştı… Bu gün siyaseten onun kimliğini kullanmaya çalışanlar da, mütevaziliğini, onun yüce karakterini, felsefesini iyice araştırıp, sorgulasınlar!…
Kendilerini bir an önce Osmanlı’dan koparmak isteyen, çok az bilimsel veriyle, sözümona resmi tarihlerini yazmak, aşiretlerden kısa zamanda bir ulus yaratmak isteyen Kürt aydınları, İngilizler Mezopotamya’yı işgale başlayınca, İngiliz Mareşal Allenby’nin, Şam’da, bu coğrafyada, Haçlılar’in saldirgan ve yagmaci zihniyetine karşı duruşun, bir simgesi sayılacak olan Selahaddin Eyyubi’nin türbesine gelip ve ayağıyla sandukasına vurarak, ” Gene geldik ey Selahaddin!…” demesine demek ki hala , her hangi bir anlam veremiyorlardı!…
Benzer hareketi Fransız işgal ordusu generali de gene Selahaddin Eyyubi’yi muhatap alarak yapmıştı; kılıcını havaya kaldırıp, ”… Ey Selahaddin Eyyubi, dokuzyüzyıl sonra gene geldik” diye bağırmıştı!… Ve gene emperyalizmin tarihsel belleği bizim zavallılığımıza inatla daha iyi çalışıyordu; İngilizler İkibinüç’lü yıllarda Irak’ın işgalinde, Basra’ya yıllar sonra tekrar asker çıkardıklarında, bandolarıyla şenlik yapıp; bağırarak, ”Seksen yıl sonra tekrar geldik”i kutluyorlardı!… Kürt kardeşlerimiz, bunu da unutmasın, bu sözler de kulaklarına küpe olsun!…
Bazı Kürt aydınları(!)na göre bölge, Osmanlı zamanında da bir sömürgeydi… Yani, İslam halifesi hem de o dini bütün bölgeyi, nasılsa, batılı bir anlayışla, bir sömürge olarak kullanıyordu! Bu gün de siyaseten kullanılan bu kavram, Kürt feodalitesinin hala bu gün varlığını bir şekilde sürdüren; aşiret ağasından ailedeki bebeklere kadar inen sömürü piramiti karşısında bir ironi miydi?…
İyi de, o yıllarda ve bu yıllarda, Batı’dan yardım isterken, bunun önemli bir karşılığı olacağını, büyük bir bedel ödenmesi gerektiğini düşünemiyorlar mıydı?… Ve batının enjekte ettiği milliyetçilik kavramını, diğer Osmanlı halkları gibi, bir reçete olarak kabul ediyorlardı…
Ve nedense, feodaliteyi aşmadan, ”Ulus devlet” kurma sevdasındaki Kürt aydınları, kendilerini bir türlü o sözün muhatabı olarak göremiyorlardı: ” Gene geldik, Selahaddin!…”
O durum, herhalde Selahaddin Eyyubi’nin Batıyla kişisel bir meselesiydi!… Bu gün, onları ilgilendirmiyordu!… Belki de idraklerine onlarında bir deli gömleği giydirilmişti!…
Çünkü onlar da zorla uluslaşmak için, İngiliz, Fransız, Amerikan emperyalistlerinden ve hatta Sovyetlerden yardım ummuşlardı!… Botan emirliğinin merkezi Cizre neyse de, merkez olarak hayal ettikleri Diyarbakır’ın daha 1870′lerde 19.000 nüfuslu bir Osmanlı ve ağırlıklı Hristiyan şehri olduğunu ve orda yaşayan Müslüman Kürtlerin de bir azınlık olduğunu unutmuşlardı!…
IXX. yüzyılın ortalarında, Tanzimat sürecinde Osmanlı, batının karşı konulmaz istekleri doğrultusunda, toprakları özelleştirmeye açan bir dizi kararlar aldı…Cizre- Botan Emiri ‘nin bölgede dengeleri bozup, bölgede güç ve nüfuzunu geliştirmekle ilişkili olarak yaptığı, başkaldırıların da bu kararın alınmasında ya da hızlandırılmasında etkisi söz konusu olabilir…
1842-1847 arasında yeterli derecede güçlü olduğuna inanan, Bedirhan Bey, İrandaki büyük Kürt beyliği olan Erdalanlar’ı da ikna ederek, çevresinde topladığı aşiretlerle birlikte daha güçlü bir başkaldırı hareketinde bulunmuş, Osmanlı da bu başkaldırıya uzun bir zaman sonra nihayetinde Eruh kalesinde bu sülaleleyi esir alarak bastırmış, önce İstanbul’a ve sonra da Bedirhan bey ve ailesinin bir kısmını Girit adasına sürmüş, bir kısmını da İstanbul’da tutmuştu… Bedirhan Bey’in İngilizlerle başarılı arabulucuk etkinliğinden sonra da kendisine ”Paşa” ünvanı verilmişti!…
Osmanlı, toprak sistemini değiştirdi; ve dolayısıyla, doğudaki bağımsız ekonomileri merkeze bağlama kararı aldı!… Bu emir ve aşiret liderlerinin kendi toprakları üzerinde eskisi gibi güçlerinin ve denetimlerinin olamıyacağının da bir işaretiydi…
Osmanlı’da ilk yasal Kürt örgütü, Osmanlı Kürt İttihak ve Terakki Cemiyeti olarak, 1908 yılında Diyarbakır’da kurulmuştu!… Aynı yıl İstanbulda da güzide Kürt aydın ve ileri gelenleri, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ni kurmuşlardı… Ömür boyu başkanlığına da Şeydinanlar şeyhi, Şeyh Ubedullahın oğlu, Seyyid Abdülkadir Bey getirilmişti… 1918 yılında Kürdistan Teali Cemiyeti kurulmuş, ilerki yıllarda bunları, Kürt Neşr-i Maarif, Kürt Talebe Heyvi, Kürt Kadınlar Teali, Kürdistan Teşrik-i Mesai cemiyetleri ve Kürt Milli fırkası takip etmişti!…
Miralay Halit Cibran tarafından Erzurum’da 1920′lerin sonbaharında, Sevr süreci içinde gelişmeye başlayan Azadi (Hürriyet) örgütünün diğer kurucuları arasında, Yusuf Ziya Bey, Ekrem Cemil, Dr.Fuat, Kadri Cemilpaşa, İsmail Hakkı ve bir çok subay kökenli aydın insanın yanısıra, Bitlis Milletvekilleri Rıza ve Kemal Fevzi beyler ve isyana ismi verilen Şeyh Sait Nakşibendi efendi de vardır… Miralay Halit Cibran, Şeyh Said’in aynı zamanda kayınbiraderidir!… Örgütün önemli adamlarından, İsmail Hakkı’nın örgütün dışişleri sorumlusu olarak, Baku’de yapılan ”Doğu Halkları Kurultayı”na katıldığı bilinir…
Aslında Batılılaşma süreci içersinde, İttihak ve Terakkinin başlattığı ”Türklük” hareketi içinde Kürt kökenli aydınların da yer alması ve hatta bazılarının (Abdullah Cevdet, İshak Sukuti…) kurucularından olması ilginçtir… Botan emirinin oğlu Bedirhan Bey, peygamber soyundan gelen Şeydinanlar aşiretinden Şeyh Ubedullahın oğlu Seyyit Abdülkadir , meşhur Said-i (Kürdi) Nursi de bu cemiyetin önemli üyeleriydiler!…
Henüz bu aydınlar arasında, ekonomik ve siyasi çıkarların ötesinde, Kürt Ulusalcılığı daha henüz tam anlamıyla filizlenmemişti… Batı’dan etkilenmiş ve büyük kentlerde bir nedenle yaşayan Kürt seçkinleri ve aydınları arasında basın yoluyla Kürtlükle ilgili kültürel bir gelişme söz konusuydu… Herkes ağirlıklı varolan monarşiye ve halifeye bağlıydılar!… Zaten bölgede, geçmişte Osmanlıyla olan tüm çatışmaların temelini de siyasi güç ve nüfuz hırsı ve de ekonomi belirliyordu…
Azadi örgütü, çöküş sürecindeki imparatorluk bünyesinde, daha önce çeşitli Kürt milliyetçisi vb. örgütleri ve aşiretleri barış içinde bünyesinde toplamaya çalışan ve bir parti örgütlenmesinden ziyade illegal bir komite olarak , genel siyasi bir platforma dönüşmeyi de amaçlıyan bir görüntü sunuyordu…Bu örgüt etrafında toplanan üyelerin bir kesimi de Ulusal Kurtuluş hareketine ve Mustafa Kemal’e destek veriyordu!… Bu komitenin, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in Ankara’da kurduğu söylenen İstiklala Kürdistan örgütüyle birleştiği de söylenir… Azadi örgütünün (Kürt İstiklal Komitesi…) farklı isimlerle anılma gibi farklı bir gerçeği de vardır!… Kürt ulusal hareketinin resmi tarihini sözümona yazmak isteyenler de bu konuda farklı isimlerle karşı karşıya kalmışlardır.
Kürdistan İstiklal Cemiyeti, Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti, Kürdistan İstiklal Komitesi, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi, Kürt İstiklal Komiteleri, gibi isimlerle anılan bu örgütün 1924 yılında oluşan Beytüşşebap İsyanı’nın geri planında olduğu ve 1925 yılı itibariyle gelişen diğer Kürt hareketlerinin arkasında olduğu söylenmektedir… Ancak bu hareketlerde, şeriat ön plana çıkmakta, siyaseten ulus olma sürecini tamamlayamamış aşiret ekonomileri karşımızda yer almaktadır…
Şeyh Said, bölgenin köklü ve büyük ailelerinden birinin çocuğu olarak, Erzurum’un Hınıs ilçesinin bu günkü Kolhisar köyünde dünyaya geldi… Ailenin bir kanadının; Şeyh Said’in büyük dedesinin büyük dedesi Seyyit Haşim’in peygamber torunu, Hz.Hüseyin’in soyundan geldiğine inanılır… Babası Şeyh Mahmud Efendi oğluna, Muhammed Said adını koydu. Muhammed Said’in büyük dedelerinden, Şeyh Kasım’da, 1639 yıllarında Doğu seferinden dönen IV.Murad’a, Diyarbakır’da konaklarken diğer şeyhler ve seyyidlerle birlikte biat edilmesi talebini red etmiş bir şahsiyetti…
IV.Murat, doğuda ki bu son Revan Seferi’ nden sonra, Bağdat seferini de bitiren padişah olarak, İran’la 1639 yılında meşhur Kasr-ı Şirin antlaşmasını imzalamıştı… Yavuz Sultan Selim’in 1512′de başlattığı Doğu Siyesetini artık halletmek ve yüzünü batıya çevirmek istiyordu…
O günlerde, bölgedeki yirmibeş yerel şeyhden yirmidördü, Şah İsmail’e karşı Yavuz’un yanında yer almışlardı!… Ve sadık kalanların statüleri Tanzimat’a kadar korunmuş ve sonra bölgedeki bu bağımsız yapı değiştirilmişti!… Ve bu günkü İran’la olan sınır, Cumhuriyet döneminde ufak bir stratejik rötuş dışında, aynen o antlaşmadaki sınırları koruyordu!… IV.Murat, bölgedeki seyyid, şeyhler, mollalar, müderrisler, beyler ve ağaları bir araya toplayıp, Osmanlıya olan hoşnutsuzluğun giderilmesini ve onların da kendisine biat etmesini istiyordu… O bölgenin seyyid, şeyh, molla, müderris ve alimlerinin büyük bir statüleri olduğunu, reel İslam üzerinde önemli bir etkileri olduğunu biliyordu!… Yakın zamanımızda olduğu gibi, o günde, bölge halkı üzerinde büyük bir etkinliğe sahiptiler ve Doğu feodalitesinin egemen güçleri, bu gün olduğu gibi, o gün de onlardı!…
Bi’at etmeyi reddenler arasına bu günkü Bedirhan aşiretinin şeyhiyle bazı seyyit, şeyh ve mollalar da vardı… Şeyh Said’inde büyük dedesi Şeyh Kasım şöyle diyordu: ”.. Ben idaresi altındaki memlekette içkiyi yasaklayıp, kendi sarayında içki içen adama bi’at etmem!…”
IV.Murat’ın tepkisi gene çok şiddetliyd, … Köyler yakılıp, yıkılmış, secereler yok olmuş, yakın tarihte olduğu gibi, suçsuz insanlar ayrımsız öldürülmüş ve önemli bir kısmı Batı’ya tehcir edilmişti… Olası, Safeviler’e yönelebilecek muhalefet de bir şekilde tasfiye edilmiş oluyordu… Ve bu arada, Şeyh Kasım ve ailesinden birçok insan da köylerinden ve canından olmuştur…
Şeyh Said, Hınıs’da iyi bir medrese eğitimi almış, sonra medresesini kurmuş, büyük hayvan sürülerine sahip, Gülistan’dan Mezopotamya’ya kadar geniş bir alanda ticaret yapan, dolayısıyla geniş bir iş ve sosyal çevreye sahip, karizmatik bir insandı… Yaşadığı ve çalıştığı toplumsal alanlarda köklü ve soylu bir aileden gelmesiyle de tanınıyordu…
CHP lideri, İsmet İnönü, Ulus Gazetesi’nde 1969 yılında yayınlanan anılarında Şeyh Said İsyanı’nı şöyle tarif eder: ”…Kürtler Ermeni tehlikesini biliyorlardı. Milli Mücadele’nin devamında canla başla beraberlik gösterdiler. Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Biz Lozan’da milli davamızı Türkler ve Kürtler olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Said isyanı, bu Kürtlerin umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır….”
1924-1938 yılları arasında Doğu bölgemizde tam onyedi adet irili ufaklı, başkaldırı yapılmıştı…
Şeyh Said, yeni rejimin şeriat dışı, uluscu ve laik yönünden memnun değildi… Şeyh Said İsyanı olarak tanımlanan eylemler dizisi de son gelişmelerden dolayı Azadi örgütünün lideri Halit Cibran ve arkadaşlarının tutuklanmasıyla, onların düşündükleri hedef ve zamanlamadan farklı bir gelişme gösterdi…
Askeri bir müfrezenin de Şeyh Said’in bulunduğu köyde kaçakları araması gibi nedenle, o an ki zorunluluktan düşünüldüğünden daha erken başlatılmış, ancak silahlı gücü kuvvetli bir hareketti!… Bu hareket başlamadan Şeyh Said aşiretlerin şeyh ve beylerine bir mektup yazarak, özetle şöyle diyordu:
Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşları, Kuran ahkamını ihlal edip, Halifeyi sürmüşlerdir. Sizleri, Allah ve peygamberi inkar eden bu gayr-ı meşru idarenin yıkılması için, mezhep ve tarikat ayrımı gözetmeksizin ve isteyene de istediği toprakları vermek kaydıyla(!), gaza ve cihada davet ediyorum. Bu dinsiz hükümet bizleri de dinsiz yapacak! Bunlarla cihad farzdır!… Allah yolunda cihad edin ve öldürün!… İmza: Emir el’ Mücahidin El Seyyid Muhammed Said El Nakşibendi

Kürtler Mezopotamya’da yayılırken-1



Geçen Eylül ayının ikinci haftasında Washington Post muhabiri Amit R. Paley, ”Kürt Özerk Yönetimi” nin 13 km güneyinde ki Calavla’dan, bir haber geçiyordu… Bu haberde, Irak’lı Kürtlerin bölgede aşama aşama yayıldığı ve bu yüzden on binlerce Arap’ın evini terk etmek zorunda kaldığı belirtiliyordu…
Birinci Büyük Savaş’da Rus birliklerinin Mezopotamya’yı ele geçirmek için işgal ettikleri, ”Kürt Özerk yönetimi” nin 25 km güneyindeki Hanekin kentinde bu gün Kürt bayrakları dalgalanıyordu!… Kürtlerin mevcut oldukları bölge dışında, kontrol altına aldıkları alanlar, Doğu-Batı ekseninde 500 kilometreyi buluyordu!…. Bu alanın derinliği de güneye doğru yer yer 120 kilometreye yaklaşıyordu ki, toplam 60.000km2 (!) bir alandı, söz konusu olan… Kıyaslarsak; bu arazi, Türkiye Trakyası’nın yaklaşık yarısına tekabül ediyordu!…
Musul’un Suriye sınırındaki Sincar bölgesinde bir Arap aşiret lideri olan Abdullah el-Yaver, gene Washington Post muhabirine, Kürtlerin Arapları evlerinden kovduğunu, direnenleri de gözaltına alıp, Kürt bölgesindeki cezaevlerinde işkenceye tabi tuttuklarını, Kürtlerin ”Gestapo” gibi hareket ettiklerini, bu davranış biçimlerinin de Saddam Hüseyin’in yaptıklarının aynısı olduğunu söylüyordu!…
Fransız düşünür Jean Baudrillard, 2003 Mart’ında, ”Savaşın Maskesi” isimli makalesinde ”Körfez Savaşı”yla ilgili görüşlerini açıklarken Yönetmen Spilberg’in çok ilginç bir filmi olan ”Azınlık raporu” na (Spilberg’in sunduğu kurguda, yakın bir gelecekte işlenme olasılığı olan suçları, önceden saptama ön sezisine sahip beyinler ”precogs” marifetiyle, suçluyu suç işlemeden yakalayan ”pré-crimes” timler vardır!…) gönderme yaparak şunları söylüyordu:
” …gelecekte olası suç işleme tahminlerine bakarak, polis timleri suçluyu daha eyleme başlamadan yakalarlar. Bu gün Irak’taki savaşın senaryosu da böyle!… Gelecek zamanda olası suç eylemini (Saddam’ın sözüm ona kitle imha silahları kullanması kast edilerek…) henüz yumurtada gelişirken ortadan kaldırmak!… Peki varsayılan suç işlenecek miydi?… Bu kaçınılması olanaksız bir soruydu!…
Müdahale yapıldığı için, geriye bir cevap da kalmıyordu… Bu asla öğrenilemeyecek bir şeydi!… Önemli olan sanal bir suçun, kelimenin gerçek anlamıyla cezalandırılmış olmasıydı!…” Ona göre bu Irak savaşı’da bir ”Ghost event” ‘tı!… Yani bir hayalet olay!… Ve Amerika bu savaşta, şiddet ve terörün varolmasına doğrudan katkı sağlıyor ve sözümona güvenlik adı altında dünyaya sunduğu bu olasılıklarla, terörü de meşrulaştırıyor!… Bu ana mesaja paralel olarak, Nisan 2004′de İzmir’de yaptığı bir konuşmada da (Sayın Oğuz Adanır’ın çevirisiyle…) şöyle devam ediyordu:
”Buna benzeyen bir başka film de ”Dead Zone” dur… Bu filmdeki kahraman da geçirdiği bir kaza sonucu insan üstü yeteneklere kavuşmakta ve öykünün sonunda gelecekte savaş suçlusu olacağını ön gördüğü bir politikacıyı öldürmektedir… / Burada bir genelleme yapacak olursak, yalnız her türlü suçu değil, aynı zamanda mevcut düzen ya da gezegen boyutlarındaki bu baskı düzenini bozmaya yönelik her türlü programın sistemli bir şekilde engellenmeye çalışıldığını söyliyebiliriz. Günümüz politikası neredeyse bundan ibaret bir hale gelmiştir. Bu gün artık olumlu bir politik iradeden söz etmek mümkün değildir. İktidar, olumsuz anlamda bir caydırıcı, kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sistemini kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir. Bu strateji yalnızca geleceği değil, aynı zamanda geçmişte yaşanmış olayları da kapsamaktadır!…
2005 Temmuz’unda, İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw, AB’nin sınırı Türkiye’nin doğusunda biter derken, 1898′de Britanya İmparatorluğu’nun Hindistan Genel Vali’si ve 1922′de Dışişleri Bakanı, Lord Curzon’ da, I.Büyük Savaş sonrasında, ”Fırat, İngiltere’nin batı sınırıdır!…” diyordu…
İlk Kürdistan tanımı Selçuklu prensi Sencer Bey’e aittir!… O, bu gün İran’ın bir bölgesinde bu isimle anılan küçük bir eyalet kurdurmuştur!… Osmanlıda’da Doğu’da o bölgede uygulanmamış merkeze bağlı, yeni tımar sistemini tanımlamaya yönelik (ilk ciddi, Kürt kökenli ayaklanma olan Cizre-Botan Emiri, Mir Bedirhan’ın başkaldırısının ardından (1846), ) kurulan böyle bir eyalet de mevcuttu…
Fransız Devrimi ve ondan kaynaklanan ”Ulusculuk”, yani milliyetçilik hareketleri, tüm Avrupa ile birlikte Ortadoğu ve Anadolu ve de Kafkasları bir zaman içinde etkisi altına aldı… Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Hristiyan ve de Müslüman halkların bu hareketten etkilenmemesi mümkün değildi… Batı eğitimi almış, asker -sivil aydınlarda, bu süreci dikkatle izlemeye başladılar… Dünyadaki varolan ”Üretim İlişkilerini”; ekonomi , kültür ve siyaseti elinde tutan sınıf, kabuk değiştiriyordu!… Gezegenin ağırlıklı olarak batısını , yaklaşık yüzelli yıl alt üst edecek bir dönem başlıyordu!…
İmparatorluk bünyesinde Makedonya ve Arnavutluk’da ayrılıkçı ilk ulusal hareketler kendini göstermeye başlamıştı. Mısır, Yemen ve Hicaz’da da bazı kıpırdanmalar bir şekilde başlamıştı…
Ruslar ve Ermeni komitacıların da desteğiyle Doğu Anadolu’da da bazı hareketleri örgütlüyorlardı!… Sultan II.Abdülhamid, bu gelişmelere bir tedbir olarak Doğu’da ”Hamidiye Alayları”nı kurmuş, İstanbul’da kurdurduğu ”Aşiret Mektebi”nde eğittiği, Kürt, Arap aşiret reislerinin ve ileri gelenlerinin çocuklarına bu okulda askeri bir eğitim verdirdikten sonra, bu alayların başına komutan ya da subay olarak atanmalarını sağlamıştı!… Bu alaylar Doğu’da farklı şeyhlere bağlı Kürt aşiretlerinden toplanmış; gene aynı seçme yöntemiyle Trablus ve Yemen’de de bu tür alaylar kurulmuştu… Kafkaslarda Ruslar’a karşı savaşmış sonra Yemen’e gidip orda da imparatorluğunu savununurken çoğu şehit düşmüş ünlü 40.Alay’da , bu yapının içindeydi!… Bu günkü ”Korucu” sisteminin esin kaynağı da, Hamidiye Alayları’dır!…
Meşrutiyetle birlikte başlayan sivil hareketlerden biri de, ”Kürt Teali Cemiyeti” ydi… Teali, ”yüceltme” anlamına geliyordu… Cemiyet, Van-Başkale doğumlu Abdurrahim Rahim Zapsu , Seyyid Abdülkadir(başkan) ve arkadaşları tarafından kuruldu… Abdurrahim Rahim, baba tarafından Abdülkadir Geylani, ana tarafından da Abbasi sülalesinden geliyordu… Evliliğini de Bedirhan Aşiretinin lideri Bedirhan Paşa’nın torunlarından Arusi şeyhi M.Aziz Çınar’ın kızıyla yapmıştı… Aynı zamanlarda kurulan Kürt Talebe Ümit Cemiyeti’ nin de kurucularındandı… Bu şahsiyet, Şeyh Sait İsyanı’nda aktif olan ve ceza alan, Said-i Kurdi (Nursi) ile arkadaş olup, onla birlikte Ruslar’la savaşırken esir düşen Nargin Adası’nda esirlik yaşayan, üç ciltlik ”İslam Tarihi ” adlı yapıtı bulunan, Kürt kökenli, ilginç bir Osmanlı aydınıydı ve o dönemlerde ayrılıkçılığı savunmuyordu!…
1920′lerde Koçgiri Hareketi’ ni temsil eden Alişan Bey’in Ankara’daki meclisten talepleri, özerklik isteğiyle başlamaktaydı ve önce ki yıllarda tarihlenen Ermeniler’in talepleriyle benzerlik teşkil etmekteydi… Sevr’i de öne sürerek, İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği özerkliğin kabul edilmesini, bölgeden memurların geri çekilmesini, cezalı Kürtler’in serbest bırakılmasını, askerin geri çekilmesini, Diyarbakır, Elazığ, Bitlis ve Van’da bir Kürt devleti kurulmasının talep ediyorlar; aksi takdirde zora başvuracaklarını bildiriyorlardı… 1920′nin Kasım ayının son günleriydi!… Ankara Hükümeti bu eylemleri, biraz da komutanın uygulama hatalarıyla, aşırı bir sertlikle bastırdı…
İlginçtir ki, o günlerde Yukarı Mezopotamya’da, Musul’da; Şeyh Mahmut yönetiminde Kürt aşiretleri, yaşadıkları coğrafyayı korumak için, İngiliz emperyalistleriyle savaşmaya çalışıyorlardı!… Ve Anadolu’nun Batı’sında bir ulusal bağımsızlık için başlatılmış savaş vardı… 1920 Nisan’ından itibaren, Batı Anadolu; İzmir bölgesinin yanısıra, Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon’a kadar işgal edilmişti ve Yunanlılar Ankara’ya doğru yürüyüşlerini devam ettirmeye kararlıydılar!… Ve nedense, bu haksız Yunan harekatına, Amerika’nın prensipli başkanı (!) Wilson bile sessiz kalmıştı!…
Sevr Antlaşması’nın ardından, 1921 yılında, Aşiret Mektebi ve Harbiye çıkışlı, Miralay Halit Cibran Bey tarafından kuruluşu başlatılan ”Azadi” örgütü, fiilen 1923 yılında aktif hale geldi… Ruslar’la Doğu Cephesi’nde yaptığı başarılı savaşlarla, miralaylığa yükselen Halit Bey’in babası da Cibran aşireti’nin lideridir!…
Hepsinin gönlünde bir ”Enver olmak” yatan, bu Kürt kökenli Osmanlı aydınları, daha önce , Berlin Antlaşması’ ve misyonerlik etkinlikleriyle, Kürt, Ermeni milliyetçiliğinin yeşertilmeye başlandığı bir süreçte, Türkçü ideolojiyi, Kürtçü ideolojiye çevirmekte pek mahir davranmışlardır… Azadi örgütünün kurucu kadrosu, kent yaşamını bilen, ağırlıklı subaylardan oluşmuştu!… Halit Cibran Bey’de, bölgesinde ağırlığı olan, ayrıca Dersim’de sözü dinlenen, bir Osmanlı albayıydı… Halit Cibran Bey’in Sevr’in üzerinden daha iki ay geçmeden, 15.Haziran.1920 yılında, Lolan ve Hormek aşiret reislerinin de çağrıldığı ve meşhur(!) Binbaşı Kasım’ın da katıldığı toplantıda, şöyle diyordu:
” Kürtler ulu bir soydan gelmişlerdir!… Altıyüz yıldır aşiretler ve mezhepler arası çatışmadan dolayı esaret altında yaşıyoruz!… Alevi, Sünni, hepimiz Kürdüz; bir araya gelmenin, hakkımızı almanın zamanıdır!…” Buna karşın, aşiretleri temsilen ”Hallo Ağa” nın, ”Biz Kürt değiliz, sizle birlik olmayız…”… dediği söylenir!…
1927 yılında bazı Kürt aydın ve eşrafınca, Taşnaklı Vahan Papazyan’ın Beyruttaki evinde Hoybun (XOYBUN) örgütü kuruldu!… Öykündükleri örgüt biçimi, gene İttihak-Terakki tarzı, milliyetçi bir yapılanmaydı!… İçlerinde, subay, gazeteci, doktor, ağa, bey ve tarikat şeyhlerinin bulunduğu bu yapılanmanın da nihai hedefi Kuzey’de, bağımsız Kürdistan’ı kurmaktı!… Bu konuda Taşnaklarla birlikte hareket ettiler, ancak toprak paylaşımında bir türlü anlaşamadılar!… Dış güçlerden destek alamamış Ağrı İsyanı ve savaşta ilk vur-kaç taktiği uygulaması da bu örgütün, ”Fedai Desteleri” nce uygulanmıştır!…