17 Eylül 2009 Perşembe

Kürtler Mezopotamya’da yayılırken-2


İngiltere her nedense Sevr Antlaşmasının içine yerleştirdiği, 62. ve 64. maddeyle, Kürt milli haklarının tanınması şartını da koymuştu!… Halbuki Kürtler Müslümandı, ümmettendi!… Osmanlı tebaasıydı!… Bu nasıl bir kurnazlıktı?…
Büyük İslam savaşçısı Selahaddin Eyyubi bir Kürt Beyi ve hükümdarı idi!… Haçlıların iflahını kesmiş, bölgedeki Haçlı Devleti’ni bitirmişti!… Ve onların torunları, batılı emperyalistler bunu hiçbir zaman unutmamıştı… Bu gün siyaseten onun kimliğini kullanmaya çalışanlar da, mütevaziliğini, onun yüce karakterini, felsefesini iyice araştırıp, sorgulasınlar!…
Kendilerini bir an önce Osmanlı’dan koparmak isteyen, çok az bilimsel veriyle, sözümona resmi tarihlerini yazmak, aşiretlerden kısa zamanda bir ulus yaratmak isteyen Kürt aydınları, İngilizler Mezopotamya’yı işgale başlayınca, İngiliz Mareşal Allenby’nin, Şam’da, bu coğrafyada, Haçlılar’in saldirgan ve yagmaci zihniyetine karşı duruşun, bir simgesi sayılacak olan Selahaddin Eyyubi’nin türbesine gelip ve ayağıyla sandukasına vurarak, ” Gene geldik ey Selahaddin!…” demesine demek ki hala , her hangi bir anlam veremiyorlardı!…
Benzer hareketi Fransız işgal ordusu generali de gene Selahaddin Eyyubi’yi muhatap alarak yapmıştı; kılıcını havaya kaldırıp, ”… Ey Selahaddin Eyyubi, dokuzyüzyıl sonra gene geldik” diye bağırmıştı!… Ve gene emperyalizmin tarihsel belleği bizim zavallılığımıza inatla daha iyi çalışıyordu; İngilizler İkibinüç’lü yıllarda Irak’ın işgalinde, Basra’ya yıllar sonra tekrar asker çıkardıklarında, bandolarıyla şenlik yapıp; bağırarak, ”Seksen yıl sonra tekrar geldik”i kutluyorlardı!… Kürt kardeşlerimiz, bunu da unutmasın, bu sözler de kulaklarına küpe olsun!…
Bazı Kürt aydınları(!)na göre bölge, Osmanlı zamanında da bir sömürgeydi… Yani, İslam halifesi hem de o dini bütün bölgeyi, nasılsa, batılı bir anlayışla, bir sömürge olarak kullanıyordu! Bu gün de siyaseten kullanılan bu kavram, Kürt feodalitesinin hala bu gün varlığını bir şekilde sürdüren; aşiret ağasından ailedeki bebeklere kadar inen sömürü piramiti karşısında bir ironi miydi?…
İyi de, o yıllarda ve bu yıllarda, Batı’dan yardım isterken, bunun önemli bir karşılığı olacağını, büyük bir bedel ödenmesi gerektiğini düşünemiyorlar mıydı?… Ve batının enjekte ettiği milliyetçilik kavramını, diğer Osmanlı halkları gibi, bir reçete olarak kabul ediyorlardı…
Ve nedense, feodaliteyi aşmadan, ”Ulus devlet” kurma sevdasındaki Kürt aydınları, kendilerini bir türlü o sözün muhatabı olarak göremiyorlardı: ” Gene geldik, Selahaddin!…”
O durum, herhalde Selahaddin Eyyubi’nin Batıyla kişisel bir meselesiydi!… Bu gün, onları ilgilendirmiyordu!… Belki de idraklerine onlarında bir deli gömleği giydirilmişti!…
Çünkü onlar da zorla uluslaşmak için, İngiliz, Fransız, Amerikan emperyalistlerinden ve hatta Sovyetlerden yardım ummuşlardı!… Botan emirliğinin merkezi Cizre neyse de, merkez olarak hayal ettikleri Diyarbakır’ın daha 1870′lerde 19.000 nüfuslu bir Osmanlı ve ağırlıklı Hristiyan şehri olduğunu ve orda yaşayan Müslüman Kürtlerin de bir azınlık olduğunu unutmuşlardı!…
IXX. yüzyılın ortalarında, Tanzimat sürecinde Osmanlı, batının karşı konulmaz istekleri doğrultusunda, toprakları özelleştirmeye açan bir dizi kararlar aldı…Cizre- Botan Emiri ‘nin bölgede dengeleri bozup, bölgede güç ve nüfuzunu geliştirmekle ilişkili olarak yaptığı, başkaldırıların da bu kararın alınmasında ya da hızlandırılmasında etkisi söz konusu olabilir…
1842-1847 arasında yeterli derecede güçlü olduğuna inanan, Bedirhan Bey, İrandaki büyük Kürt beyliği olan Erdalanlar’ı da ikna ederek, çevresinde topladığı aşiretlerle birlikte daha güçlü bir başkaldırı hareketinde bulunmuş, Osmanlı da bu başkaldırıya uzun bir zaman sonra nihayetinde Eruh kalesinde bu sülaleleyi esir alarak bastırmış, önce İstanbul’a ve sonra da Bedirhan bey ve ailesinin bir kısmını Girit adasına sürmüş, bir kısmını da İstanbul’da tutmuştu… Bedirhan Bey’in İngilizlerle başarılı arabulucuk etkinliğinden sonra da kendisine ”Paşa” ünvanı verilmişti!…
Osmanlı, toprak sistemini değiştirdi; ve dolayısıyla, doğudaki bağımsız ekonomileri merkeze bağlama kararı aldı!… Bu emir ve aşiret liderlerinin kendi toprakları üzerinde eskisi gibi güçlerinin ve denetimlerinin olamıyacağının da bir işaretiydi…
Osmanlı’da ilk yasal Kürt örgütü, Osmanlı Kürt İttihak ve Terakki Cemiyeti olarak, 1908 yılında Diyarbakır’da kurulmuştu!… Aynı yıl İstanbulda da güzide Kürt aydın ve ileri gelenleri, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ni kurmuşlardı… Ömür boyu başkanlığına da Şeydinanlar şeyhi, Şeyh Ubedullahın oğlu, Seyyid Abdülkadir Bey getirilmişti… 1918 yılında Kürdistan Teali Cemiyeti kurulmuş, ilerki yıllarda bunları, Kürt Neşr-i Maarif, Kürt Talebe Heyvi, Kürt Kadınlar Teali, Kürdistan Teşrik-i Mesai cemiyetleri ve Kürt Milli fırkası takip etmişti!…
Miralay Halit Cibran tarafından Erzurum’da 1920′lerin sonbaharında, Sevr süreci içinde gelişmeye başlayan Azadi (Hürriyet) örgütünün diğer kurucuları arasında, Yusuf Ziya Bey, Ekrem Cemil, Dr.Fuat, Kadri Cemilpaşa, İsmail Hakkı ve bir çok subay kökenli aydın insanın yanısıra, Bitlis Milletvekilleri Rıza ve Kemal Fevzi beyler ve isyana ismi verilen Şeyh Sait Nakşibendi efendi de vardır… Miralay Halit Cibran, Şeyh Said’in aynı zamanda kayınbiraderidir!… Örgütün önemli adamlarından, İsmail Hakkı’nın örgütün dışişleri sorumlusu olarak, Baku’de yapılan ”Doğu Halkları Kurultayı”na katıldığı bilinir…
Aslında Batılılaşma süreci içersinde, İttihak ve Terakkinin başlattığı ”Türklük” hareketi içinde Kürt kökenli aydınların da yer alması ve hatta bazılarının (Abdullah Cevdet, İshak Sukuti…) kurucularından olması ilginçtir… Botan emirinin oğlu Bedirhan Bey, peygamber soyundan gelen Şeydinanlar aşiretinden Şeyh Ubedullahın oğlu Seyyit Abdülkadir , meşhur Said-i (Kürdi) Nursi de bu cemiyetin önemli üyeleriydiler!…
Henüz bu aydınlar arasında, ekonomik ve siyasi çıkarların ötesinde, Kürt Ulusalcılığı daha henüz tam anlamıyla filizlenmemişti… Batı’dan etkilenmiş ve büyük kentlerde bir nedenle yaşayan Kürt seçkinleri ve aydınları arasında basın yoluyla Kürtlükle ilgili kültürel bir gelişme söz konusuydu… Herkes ağirlıklı varolan monarşiye ve halifeye bağlıydılar!… Zaten bölgede, geçmişte Osmanlıyla olan tüm çatışmaların temelini de siyasi güç ve nüfuz hırsı ve de ekonomi belirliyordu…
Azadi örgütü, çöküş sürecindeki imparatorluk bünyesinde, daha önce çeşitli Kürt milliyetçisi vb. örgütleri ve aşiretleri barış içinde bünyesinde toplamaya çalışan ve bir parti örgütlenmesinden ziyade illegal bir komite olarak , genel siyasi bir platforma dönüşmeyi de amaçlıyan bir görüntü sunuyordu…Bu örgüt etrafında toplanan üyelerin bir kesimi de Ulusal Kurtuluş hareketine ve Mustafa Kemal’e destek veriyordu!… Bu komitenin, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in Ankara’da kurduğu söylenen İstiklala Kürdistan örgütüyle birleştiği de söylenir… Azadi örgütünün (Kürt İstiklal Komitesi…) farklı isimlerle anılma gibi farklı bir gerçeği de vardır!… Kürt ulusal hareketinin resmi tarihini sözümona yazmak isteyenler de bu konuda farklı isimlerle karşı karşıya kalmışlardır.
Kürdistan İstiklal Cemiyeti, Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti, Kürdistan İstiklal Komitesi, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi, Kürt İstiklal Komiteleri, gibi isimlerle anılan bu örgütün 1924 yılında oluşan Beytüşşebap İsyanı’nın geri planında olduğu ve 1925 yılı itibariyle gelişen diğer Kürt hareketlerinin arkasında olduğu söylenmektedir… Ancak bu hareketlerde, şeriat ön plana çıkmakta, siyaseten ulus olma sürecini tamamlayamamış aşiret ekonomileri karşımızda yer almaktadır…
Şeyh Said, bölgenin köklü ve büyük ailelerinden birinin çocuğu olarak, Erzurum’un Hınıs ilçesinin bu günkü Kolhisar köyünde dünyaya geldi… Ailenin bir kanadının; Şeyh Said’in büyük dedesinin büyük dedesi Seyyit Haşim’in peygamber torunu, Hz.Hüseyin’in soyundan geldiğine inanılır… Babası Şeyh Mahmud Efendi oğluna, Muhammed Said adını koydu. Muhammed Said’in büyük dedelerinden, Şeyh Kasım’da, 1639 yıllarında Doğu seferinden dönen IV.Murad’a, Diyarbakır’da konaklarken diğer şeyhler ve seyyidlerle birlikte biat edilmesi talebini red etmiş bir şahsiyetti…
IV.Murat, doğuda ki bu son Revan Seferi’ nden sonra, Bağdat seferini de bitiren padişah olarak, İran’la 1639 yılında meşhur Kasr-ı Şirin antlaşmasını imzalamıştı… Yavuz Sultan Selim’in 1512′de başlattığı Doğu Siyesetini artık halletmek ve yüzünü batıya çevirmek istiyordu…
O günlerde, bölgedeki yirmibeş yerel şeyhden yirmidördü, Şah İsmail’e karşı Yavuz’un yanında yer almışlardı!… Ve sadık kalanların statüleri Tanzimat’a kadar korunmuş ve sonra bölgedeki bu bağımsız yapı değiştirilmişti!… Ve bu günkü İran’la olan sınır, Cumhuriyet döneminde ufak bir stratejik rötuş dışında, aynen o antlaşmadaki sınırları koruyordu!… IV.Murat, bölgedeki seyyid, şeyhler, mollalar, müderrisler, beyler ve ağaları bir araya toplayıp, Osmanlıya olan hoşnutsuzluğun giderilmesini ve onların da kendisine biat etmesini istiyordu… O bölgenin seyyid, şeyh, molla, müderris ve alimlerinin büyük bir statüleri olduğunu, reel İslam üzerinde önemli bir etkileri olduğunu biliyordu!… Yakın zamanımızda olduğu gibi, o günde, bölge halkı üzerinde büyük bir etkinliğe sahiptiler ve Doğu feodalitesinin egemen güçleri, bu gün olduğu gibi, o gün de onlardı!…
Bi’at etmeyi reddenler arasına bu günkü Bedirhan aşiretinin şeyhiyle bazı seyyit, şeyh ve mollalar da vardı… Şeyh Said’inde büyük dedesi Şeyh Kasım şöyle diyordu: ”.. Ben idaresi altındaki memlekette içkiyi yasaklayıp, kendi sarayında içki içen adama bi’at etmem!…”
IV.Murat’ın tepkisi gene çok şiddetliyd, … Köyler yakılıp, yıkılmış, secereler yok olmuş, yakın tarihte olduğu gibi, suçsuz insanlar ayrımsız öldürülmüş ve önemli bir kısmı Batı’ya tehcir edilmişti… Olası, Safeviler’e yönelebilecek muhalefet de bir şekilde tasfiye edilmiş oluyordu… Ve bu arada, Şeyh Kasım ve ailesinden birçok insan da köylerinden ve canından olmuştur…
Şeyh Said, Hınıs’da iyi bir medrese eğitimi almış, sonra medresesini kurmuş, büyük hayvan sürülerine sahip, Gülistan’dan Mezopotamya’ya kadar geniş bir alanda ticaret yapan, dolayısıyla geniş bir iş ve sosyal çevreye sahip, karizmatik bir insandı… Yaşadığı ve çalıştığı toplumsal alanlarda köklü ve soylu bir aileden gelmesiyle de tanınıyordu…
CHP lideri, İsmet İnönü, Ulus Gazetesi’nde 1969 yılında yayınlanan anılarında Şeyh Said İsyanı’nı şöyle tarif eder: ”…Kürtler Ermeni tehlikesini biliyorlardı. Milli Mücadele’nin devamında canla başla beraberlik gösterdiler. Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Biz Lozan’da milli davamızı Türkler ve Kürtler olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Said isyanı, bu Kürtlerin umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır….”
1924-1938 yılları arasında Doğu bölgemizde tam onyedi adet irili ufaklı, başkaldırı yapılmıştı…
Şeyh Said, yeni rejimin şeriat dışı, uluscu ve laik yönünden memnun değildi… Şeyh Said İsyanı olarak tanımlanan eylemler dizisi de son gelişmelerden dolayı Azadi örgütünün lideri Halit Cibran ve arkadaşlarının tutuklanmasıyla, onların düşündükleri hedef ve zamanlamadan farklı bir gelişme gösterdi…
Askeri bir müfrezenin de Şeyh Said’in bulunduğu köyde kaçakları araması gibi nedenle, o an ki zorunluluktan düşünüldüğünden daha erken başlatılmış, ancak silahlı gücü kuvvetli bir hareketti!… Bu hareket başlamadan Şeyh Said aşiretlerin şeyh ve beylerine bir mektup yazarak, özetle şöyle diyordu:
Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşları, Kuran ahkamını ihlal edip, Halifeyi sürmüşlerdir. Sizleri, Allah ve peygamberi inkar eden bu gayr-ı meşru idarenin yıkılması için, mezhep ve tarikat ayrımı gözetmeksizin ve isteyene de istediği toprakları vermek kaydıyla(!), gaza ve cihada davet ediyorum. Bu dinsiz hükümet bizleri de dinsiz yapacak! Bunlarla cihad farzdır!… Allah yolunda cihad edin ve öldürün!… İmza: Emir el’ Mücahidin El Seyyid Muhammed Said El Nakşibendi

Hiç yorum yok: