17 Eylül 2009 Perşembe

Kürt açılımı ve Kürt gerçeği üzerine-1

Ülkede, ayrıntıları henüz bilinemeyen ”Kürt Açılımı’nın gündeme getirildiği bu günlerde, şiddetle ve de şiddetle, varolan demokrasimizi, ileri bir demokrasiye taşıyacak ve güneydoğu’daki feodaliteyi cesaretle çözebilecek güce ihtiyacı var ki, cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi inançla ve inatla yapılması gereken…
Ve de, ortak değerlerimiz üzerine yapılanacak büyük, yasal, partisel, seçimsel, eğitsel, kültürel reformlarla ve de öncelikle mecliste gerçek anlamda, seçilme barajlarını kaldırarak, tüm halk kesimlerini temsil eden bir iradeyle ve geri bıraktırılmış ülkelere özgü lider vesayetinden kurtulmuş, demokratik bir açılımla, başlayan!…
İleri bir anayasa, tüm toplumu dürüstçe kucaklayacak ileri bir hukuk sistemi, doğu ve güneydoğuda ki binlerce yıldır kokuşmuş feodaliteyi ve onun güncel türevlerini tarih sahnesinden süpürmeye yönelik, bir toprak reformu ve ekonomiyi rahatlatacak yeni, çağdaş bir vergilendirme ve dürüst yatırımcıyı rüşvetsiz özendirme ve kredilendirme sistemi ve de, tüm ülke halkını kucaklayacak yukarıda söz ettiğimiz, eğitsel ve kültürel reformlarla devam eden…
Fransız, düşünce, sanat ve siyaset insanı, Edouard Herriot’un hep anımsadığım veciz bir cümlesi vardır: ”Politika kokoreçe benzer. Biraz bok kokmalıdır, ama çok değil!…”
Bu Fransız aydını ve bir zamanların Fransa başbakanı, zamanında Atatürk için de şunları söylemiştir:’
”Atatürk ulusal bağımsızlığın elde edilmesi amacıyla, Anadolu halkını bir araya getiren, tarihte eşi olmayan bir eseri kafasında tasarlayan ve gerçekleştiren, bir devlet kurucusudur!…”
Ne kadar objektif yaklaşım ve de, ne kadar doğru bir teşhis!…
Bir de geçmiş yıllarda, Yeni Demokrasi Hareketi’nde, biz kişisel olarak sözümona, ”yeni ve temiz” bir politika yapmaya çalışırken(!), hep vurguladığımız bir slogan vardı:
”Sistemden beslenenler, sistemi değiştiremezler!…”
Bu söz, bu gün doğu ve güneydoğudaki feodal toprak düzeninin ve onun çağdaş türevlerinin başındaki aşiret reisleri ve aileleri ve Ankara’daki cumhuriyettin yüksek kuruluş hedeflerinden sapmış bürokrasinin bir bölümünün ve gene bir kesimden bağlaşıklarının günlük çıkarları için günümüzde de, maalesef geçerlidir…
Ama güncelde, AKP, kendi burjuvazisi geliştirip, ekonomik ve siyasi gücünü pekiştirme derdinde olduğu için ve zamanımızın CHP’sinin de böylesi işlere tenezzülü söz konusu olmadığı için, MHP’de AKP’ye kaymış ortak tabana da oynadığı için(!), bir kıyamettir gidiyor… Ve Tanzimat’tan bu yana biz bu ve benzeri işleri, iç ve dış taşeronlar marifetiyle hep idare ediyoruz… Doğal ki birkaç istisnai durum dışında!…
Ergenekon’dan sonra , gündeme getirilmeye çalışılan ”Kürt Açılımı”na , PKK’nın İmralı’daki lideri, tüyleri diken diken eden, şaşırtıcı açıklamalar getirirken, biz de dünyamıza, orda olan bitenlere(!) kısa bir bakış atarak başlayalım…
Yeni Dünya Düzeni’nin nihai gayesini açıklamaya çalışan dünya aydınları, bu konuda yüzlerce bilimsel makale ve kitap yazmışlar… Türkiye’de ise iki elin parmakları kadar ya var, ya yok; ya da çok da, biz ulaşamadık!…
Bu dünya aydınları, kendi ahlakları ve yaşadıkları dünyaya karşı sorumluluk bilinciyle, bu düzenin insanlığa getireceği sorunları, konferanslarda ve açık oturumlarda gündeme getirmişler; globalizasyonun insanlığa getireceği tehlikeleri işaret etmişler!…
Bu gün global dünya siyaseti ve ekonomisi, ağırlıklı olarak ; ABD’de konuşlanan bir finans-oligarşi ve onun çeşitli kıta ve ülkelerde yayılmış, bağlaşıkları tarafından yönetiliyor ve denetleniyor… G-7 olarak tanımlanan yedi zengin devletin oluşturduğu topluluk ve onunla bir şekilde hareket etmeye çalışan III.Dünya Ülkeleri üzerine ağırlıklı olarak yapılandırılmaya çalışılan bir sistem…
Ve bu güç, dünyanın tüm enerji kaynaklarına, madenlerine, su kaynaklarına, ormanlarına, tarım alanlarına o emperyal iç güdüyle sahip olma isteğinden bir türlü vazgeçemiyor…
Ve, ”Büyük Birader” yeni ürettiği 4G teknolojisiyle, tüm dünyayı gözetlemeye ve denetlemeye devam ediyor!…
Bu hakiki bir dünya gerçeği… Deryayı tanıyıp, iyi bilen için de, abartılı bir yanı yok…
Bir de bizim bir siyasi gerçeğimiz var ki, her nedense bilinçsizce karşı çıkılan…
Bizim bölgesel siyasetimizi belirlemede dış dinamik her zaman ya belirleyici ya da yol gösterici olmuş!… Bunun istisnaları, cumhuriyet devrimleri, 1930′larda kadınlarımıza verilen siyasi haklar, 1961 Anayasası ki , bunlarda da tabandan gelen bir demokratik yaptırım söz konusu değil; Atatürk’ün ve 1960′larda da Cumhuriyet ordusunun insiyatif koyma güç ve becerileri… Ki , 1960 darbesinde, Alparslan Türkeş’in, 27.mayıs.1960 , Cuma günü sabahı, saat beş sularında , radyodaki ilk açıklaması, ”Nato’ya bağlıyız!…” olmuştu…
Ve bir de kısmen, Kıbrıs harekatları ki , siyaseten hala canımızı yakmaya devam eden!…
Günümüz başbakanının o müthiş Davos’u fethetme, bazı Arap aydınlarının gönlünü kazanma, Rasmussen’i yenme(!), AB’yi eskisi kadar kaale almama ve bu günlerde siyasi muhaliflerine bu dış dinamikle ilgili ağır hakaretlerde bulunma gibi bir dinamiğe sahip olsa da; bizim, Kore Savaşından bu yana bir hakiki gerçeğimiz var ki,
”Biz Nato’ya, her zaman bağlıyız!…”
Biz Nato’ya her zaman bağlıyız da, bir de Nato yapılanmasına karşı, biz Türkiyeliler’in pek fazla bilmediği, Avrasya’da bir denge unsuru olarak 2001 yılında yapılandırılan, Rusya, Çin, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, ve gözlemci üyeler olarak da; İran, Pakistan ve Hindistan ağırlıklı bir Shangai İşbirliği Örgütü var ki, Varşova Paktı’nı çağrıştıran!… Ve o yıllarda Türkiye’de tamamen ABD yanlısı bir partinin iktidara gelme rastlantısı da, mutlaka yazgısal bir rastlantı olsa gerekti!…
Ve kısa bir zaman önce Rusya’nın Kafkaslar’daki adımlarını “Sonuçlarını hesaplayarak attık!” demesi , belki de yeni Soğuk Savaş’ın en önemli işaretiydi…
Diğer yandan ABD önderliğindeki küresel güce karşı, öteden beri strateji oluşturmaya çalışan Şanghai İşbirliği Örgütü’nün bir ara, Rusya tarafından olağanüstü toplantıya çağrılması da, belki de bu durumu destekleyen bir yaklaşımdı…
Bize göre, Türkiye’nin AB ve biraz da Nato’da, kanımızca, her nedense bir ”misafir sanatçı” figürü vardır… Bir de, 2002 yılından bu yana daha da çok törpilenmeye çalışılan, kendine özgü, Küba, Venezüella ve İran gibi, bağımsız, ulusal bir yönü de vardır…
Türkiye, yaklaşık yüz yıl öncesinde, müslüman halkları acımasız kırımlarla Anadolu coğrafyasına sıkıştırılımış bir ülkedir!… Bu yüzden bizim bu günkü topraklarımız bize göre çok çok değerlidir… En son, büyük alçaklık ve haksızlıklarla kaybedilmiş, Trakya, Ege adaları ve Musul bölgesi Atatürk’ün ısrarla emperyalistler ve işbirlikçilerinden geri almayı, ulusal sınırlar içinde kalmasına inanarak, hep istediği topraklardır… Ve cumhuriyet, ilk siyasi fırsatta Hatay’ı geri almıştır… Ve bu yüzden günümüze kadar, ne kadar hoyratça kullansak da, toprak ve meselesi, bu ülkenin hassas karınlarından biridir!…
Türkiye Büyük Millet Meclisi’mizin, 11.haziran.2008 tarihli, 116. Birleşimi’ndeki, ülkede yabancıların toprak mülkiyeti hakları tartışmasında, CHP Zonguldak milletvekili Ali İhsan Köktürk, konuşmasının son bölümünde, toprak konusundaki duyarlılığımıza örnek oluşturacak şekilde, şunları söylüyordu:
”Değerli milletvekilleri, ayrıca ülkemizin yer aldığı hassas coğrafyada geçmişte ve bugünkü süreçte yaşananlar, ülkemizin jeopolitik konumu göz önünde bulundurulduğunda, ülkemizin toprak satışını diğer yabancı ülkelerle paralel olarak ele almak doğru bir anlayışı yansıtamaz. Bir Danimarka’nın, bir Finlandiya’nın tarihsel süreci ve jeopolitik konumu ve ülkemizin tarihsel süreci ve jeopolitik konumu aynı mahiyette değerlendirilemez. Bu cümleleri az önce, benden önce konuşan, Adalet ve Kalkınma Partisinin bir bayan milletvekili de aynı paralel cümlelerle, benzer ifadelerle dile getirmişti.
Emperyalizme karşı büyük mücadelelerle kurulan cumhuriyetimizin sınırlarının belirlendiği Lozan Anlaşması’nın ABD ve pek çok ülke tarafından benimsenmediği, Sevr haritalarının uluslararası toplantılarda masalara sürüldüğü bir siyasal konjonktürde, yabancılara toprak satışındaki sınırlandırmalar, sadece paranoya olarak nitelendirilemez. Her türlü ırkçı anlayışa karşı olmak ve Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, dünyada sulh!” anlayışını ödünsüz benimsemekle birlikte, emperyalizmin sadece adının değiştiği ancak tüm dünyadaki enerji kaynaklarına, su kaynaklarına, tarım alanlarına sahip olma hedefinden vazgeçmediği bir süreçte yabancılara toprak satışı konusunun hassasiyeti kesinlikle göz ardı edilemez.
Değerli milletvekilleri, Fas’tan Çin sınırına kadar yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini söyleyen ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın açıklamaları, Büyük Orta Doğu Projesi, Yeşil Kuşak Projesi, Megalo İdea, arz-ı mevud, ekümeniklik peşindeki patrikhanenin, Fener’i bir Vatikan yapma gibi ülkemizin laik, üniter yapısını, toprak bütünlüğünü tehdit eden projeler, Dicle ve Fırat havzasına yönelik hesaplar göz önünde bulundurulmadan, ülkemizin hassas alanları bu projeler kapsamında masaya yatırılmadan, değerlendirilmeden, Yabancılara Toprak Satışı Yasası’nın çıkarılması en azından ağır bir ihmal, açıkçası gaflet olarak değerlendirilebilir.Değerli milletvekilleri, bu nedenle biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak ulusal değerlerimizi haraç mezat elden çıkarttıracak, yabancılara hiçbir kısıtlama getirmeyecek, karşılıklılık ilkesini devre dışı bırakacak düzenlemelere karşıyız. Geçtiğimiz hafta anmış olduğumuz büyük Şair Nazım Hikmet’in, “Dört nala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim/ Bilekler kan içinde/ Dişler kenetli/ Ayaklar çıplak/ Ve ipek bir halıya benzeyen toprak/ Bu cehennem, bu cennet bizim”… dizelerinde belirttiği gibi, bu ülkenin, bu yurdun Barossoların, Oli Rehnlerin, Lagendijklerin değil, bizim olduğunu bir kez daha hatırlatarak yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum…”
Evet, değerli milletvekilinin dediği gibi, bu yurdun yabancıların değil de, bizim olduğunu, bu topraklar üzerinde özgür bir yurttaş olarak yaşamaya çalışan: benim, senin , hepimizin olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var!…
Kürtçülük hareketinin doğuşu:
Günümüzde, bizim geçmiş zamanlarda yaptığımız işe kalkışıp, subjektif ‘Resmi Kürt Tarihi’ üretmeye çalışan milliyetçi Kürt ideologları, Kürtler’in bu coğrafyanın, yani Mezopotamya’nın asli unsuru olduğunu, diğer halkların, asli unsur olmadığını, ıdeolojik olarak yaymaya çalışırlar…
Ancak Süryaniler’in kırk yıl önce yitirdikleri değerli insan, düşünce adamı ve ruhani liderleri Mardin metropoliti Filiksinos Hanna, bu kanıda değildir!… Ona göre, Mezopotamya’nın kadim halkları, Suryani, Nasturi ve Keldani’lerdir!…
Bilim insanları da, yakın zamana kadar Mezopotamya’da ağırlıklı göçebe olarak aşiret düzeninde yaşamlarını sürdürmüş olan Kürtler’in, İskandinavya ya da Ortaasya, Hindistan ve Kafkaslardan veyahut da, Zağros dağlarından gelebilmiş olup, bu coğrafyaya bir zaman içinde yerleştiklerini ileri sürerler!… Tıpkı, Ermeniler ve Orta Asya ve Hazar bölgesinden gelen Türkler ve güneyden gelen Araplar gibi!…
Amerikalı ve ingiliz misyonerlerin cirit atmaya başladığı zamanlardaki, Balkanlar, Trakya, Anadolu ve Mezopotamya’da, Kürtçülük hareketi de, Osmanlı’da Islahat fermanıyla, toprağın merkezileştirilmesiyle başlar!… Daha doğrusu başlatılır!… Yani süreç, Doğu Anadolu ve Mezopotamya’nın bir kısmında yaşamlarını sürdüren, emirliklerin; onları yöneten başlarına buyruk Kürt ya da Arap kökenli(!), Kürt beylerinin toprak sistemlerinin bozulmasıyla başlar!… Bu yüzden evveliyatı, Türk milliyetçilik hareketinden biraz daha eskidir!…
Örneğin ilk Kürt milliyetçilerinden, Mithat Bedirhan ilk siyasi Kürt gazetesini 1898 nisanında İngilizlerin denetimindeki Kahire’de çıkartır’… Yirminci sayıdan sonra da, İsviçre ve İngiltere’de… Gazete onun ölümünden sonra, Abdullah Bedirhan’ın denetiminde yaşamını sürdürür…
Bu Kürt milliyetçiliğine soyunan sürgündeki Bedirhanlar, bölgenin soylu ailelerindendir… Ataları Cizre-Botan emirliği olmadan önce de, sonra da, yukarı Mezopotamya’da yüzlerce yıl egemenliklerini sürdürmüşlerdir… Osmanlının batılılaşma sürecinde tarih sahnesine çıkan, birinci kuşak Kürt aydınlarından sayılan Mir Bedirhan Bey (1802-1870) Güdi’lerden o günlere gelen yaklaşık altıbin yıllık bir uygarlığın yaşandığı bereketli topraklara en son hükmeden, bir feodal beydir… Ve o topraklar altıbin yıldır büyük Mezopotamya uygarlıklarının yaşandığı yerlerdir… Cizre’nin, efsanevi Babil’e yirmi kilometre bir mesafede olduğu söylencelenir!… İslama geçene kadar bu bölgede büyük hristiyan toplulukları da bir dönem ön planda yaşamışlardır… Ve günümüzde yaşamlarını, bir kısmı hristiyan ve bir kısmı da müslüman olarak da devam ettirmektedirler!…
Osmanlıya bağlı olarak devam eden Cizre- Botan beyliğinin başkaldırısı, kötü niyetli, kışkırtıcı Musul valisini kurnaz, hile dolu politikalarından öteye, Osmanlı’da batının zoruyla değiştirilen, toprak sistemine bir başkaldırıdır!…Bu başkaldırı süreci, 1847 yılında, diğer yazlılarımızda belirttiğimiz gibi, Eruh kalesinde Mir Bedirhan Bey, Bedirhan ailesi ve askerlerinin teslim olmasıyla Osmanlı lehine çözülmüş; Mir Bedirhan Bey, eşleri ve çocukları ( dört eş ve bunlardan 21 oğlan, 21 kıztoplam 42 çocuğu vardır…), Samsun üzerinden İstanbul’a gönderilmiş, bir zaman içinde de İstanbul’dan Girit adasına sürülmüşlerdir… Halifeye bağlılığı, birçok siyasi ve askeri sorunu bu süreç içinde Osmanlılar lehine çözmesi sonunda, ”Paşa”ünvanı ve maddi ödülle taltif edilmiş, önce istanbul’a dönmüş , ancak Cizre’ye dönmesine hiçbir zaman izin verilmemiş ve en son Şam’a gitmesine izin verilmiş ve orada da vefat etmiştir

Hiç yorum yok: